DARBELERLE ŞEKİLLENEN BUGÜN VE GELECEK

Bu yazıya başlama günüm 12 Eylül Pazar. Kalemi elime alıp ne yazacağımı düşünürken aklıma 1980 yılının 12 Eylül’ü geldi. Devlet memuru olan babamın tayini İstanbul’a çıktığı için bir hafta önce İstanbul’da ev kiralamaya gitmişlerdi. Onlardan gelen telefonda her şeyin yolunda olduğu, Üsküdar’da teyzeme yakın bir yerde ev kiraladıklarını, evin biraz geniş olduğundan kirasının yüksek olduğunu ama nasıl olsa eve 3 maaş girecek düşüncesiyle rahat olduklarının haberini almıştım. Hep birlikte üstesinden gelirdik nasıl olsa.

Babam telefonda “Siz eşyaları yavaş yavaş toplayın, biz de yarın yola çıkıyoruz” müjdesini verdi 11 Eylül akşamı. Bayram gibi bir gün geçirdik, artık Kütahya’da yaşamayacaktık. Benim gerçekten çok sevdiğim, hayran olduğum şehir İstanbul’da yaşayacaktık. Bu durumdan bütün hane halkı çok memnun ve mutluydu. Biz 3 kardeş ve sonradan çocuklarımın babası olan arkadaş ile ufaktan evi toplarken, bir yandan da hayallerimizi dillendiriyorduk bu rüya şehre dair. Neredeyse sabahın ilk saatlerine kadar bu işe odaklandığımız için dışarıda olan bitenden haberimiz yoktu.

Biraz dinlenmek için odalarımıza çekildik. Hiçbirimizi de uyku tutmuyordu. Benim erken kalkmak gibi bir huyum var. Çay suyunu koydum, ekmek almak için sokağa adımımı atmamla bir jandarmayla yüz yüze gelmem bir oldu. Bana “Evden çıkamazsınız, girin içeri” dedi. Sebebini sorunca da “Bu gece asker yönetime el koydu, haberiniz yok mu sizin? Ülkede sıkı yönetim var. İkinci bir emre kadar sokağa çıkmak yasak. Derhal evinize girin!” dedi. Ben ekmek almaya gitmek istediğimi, fırına kadar gitmeme izin vermesini söyleyince; “İhtiyaçlarınızı biz karşılayacağız, birazdan ekmeğiniz gelir” diyerek eve girmemi tekrarladı ve nöbetine devam etti.

Ben şaşkınlıkla içeri girip herkesi uyandırdım. Hemen televizyonu açtım, her ilden görüntüler eşliğinde askerin ne kadar iyi bir iş yaptığını, artık ülkede kardeş kanının dökülmeyeceğini, siyasi çekişmelerin son bulacağının, siyasi parti liderlerinin göz altına alınarak huzurun sağlandığını ve halk olarak neler yapmamız gerektiğini anlatan konuşmaları şaşkınlıkla izledik. Ablamla birlikte hemen evde ne kadar muhalif olarak adlandırılan kitap varsa hepsini sobada yaktık. Yakarken de hüngür hüngür ağladık. Çünkü en değerlilerimiz, en kıymetlilerimiz, çok sevdiğimiz kitaplarımız o gün maalesef yok olup gitmişti.

Peki biz ne olacaktık? Babamın tayini iptal olup Kütahya’da mı yaşamaya devam edecektik? Yoksa İstanbul’a gidip orada mı yaşayacaktık? Bilinmez bir kaosun içindeydik işte. Artık sokağa çıkmak yasak olduğu için babamlarla da haberleşemiyorduk. Çünkü o dönemde her evde telefon yoktu, elini attığın anda sevdiklerinle iletişime geçemiyordun hemen.

Birkaç gün sonra yasaklar kalkınca annemler yanımıza geldiler ve evde bizim toparladığımız eşyaları ve kalanları bir kamyona yükleyerek yola koyuldular. Erkek kardeşim üniversite sınav sonucunu bekliyor, kız kardeşim de ortaokula geçecek olmanın heyecanını yaşıyordu. Bizler de bir an evvel tayin dilekçemizi vererek ailemizin yanına gitmek istiyorduk. Devletin bu gibi durumlarda yaptığı ilk olarak tayinleri durdurmak olduğundan uzun bir süre ayrı kaldık birbirimizden. Bu süreçte de Kütahya gibi geri kafalı bir yerde yalnız yaşamak benim gibi bir kadın için ne kadar zordur tahmin edersiniz.

Aynı iş yerinde çalıştığımız eski eşimle bir ev kiraladık, yanımızda kimse olmadan Eskişehir Belediyesi’nde nikahlandık. Kütahya’da yapamadık niyeyse. Öyle hazırlıksızdık ki şahitlerimiz bile yoktu yanımızda. Koridorda işlem için bekleyen iki kişiyle konuşup tamamladık prosedürü. Yani şahitlerimizin adlarını bile bilmeden girdik o meşhur dünya evine. Bizim İstanbul’a kasıtlı olarak gitmediğimizi düşünen ailem ile aram açıldı. Babamın maaşı evin kirasına kıt kanaat yettiği için geçinmek de çok zorlanmıştı ve kız kardeşim, annem, erkek kardeşim, babam boş zamanlarda evde yapılacak işlere başlamışlar. Ponpon yapıyor, kutu yapıyor, kese kağıdı yapıyor, onunla da mutfak masrafını çıkarıyorlardı. Yani hayat onlar için zorlaşmıştı. Biz de Kütahya’da pek mutlu değildik. Her ay başı dilekçemi yeniliyorum fakat yönetim tarafından reddediliyor. Yapacak bir şey yok, beklemedeyiz.

Kardeşim Adana’daki bir üniversiteyi kazanmış, orada mühendislik okunmaya hak kazanmıştı ama zaten kıt kanaat geçinen annem babam onun eğitim masraflarını karşılayamayacaklarını düşünüp maalesef üniversite yerine askere göndermiş bir an evvel dönsün de işini eline alsın diye. Kız kardeşim orta okula başlamış, çeşitli sıkıntılarla okuluna gidip gelmiş. İşte böyle saçma sapan bir şekilde bütün ailemiz parçalanmış. Biz Kütahya’da kalanlar derin üzüntüler, acılar içinde, İstanbul’a gidenler yokluk, sıkıntı içinde… Öyle gururluydular ki göndereceğimiz paraları da kabul etmiyorlardı kendi başlarının çaresine bakmak için.

Aslında bu anlattıklarımdan kat be kat kötülerini yaşayan pek çok arkadaşım var. Kimisi kardeşini kaybetti, kimisi babasını kaybetti, kimisi en yakın sevdiğini kaybetti… Ölenler, yurt dışına gidenler, cezaevlerinde işkence görenler… Yani ülkenin dengesi tamamen bozuldu. Neyse… Bu arada genel kurmayın başındaki Kenan Evren Paşa ve yanındaki subaylar birlikte ülke yönetimine talip olmuşlar. Önce anayasayı değiştirip, sonra devlette tasfiyeye başladılar. Devlet kadrolarını hallaç pamuğu gibi atmış, en kısa sürede seçim olacak vaadiyle anayasayı değiştirmiş ve yüzde 91 gibi bir oran ile bu anayasayı halka kabul ettirdiler.

Sıkıyönetim mahkemeleri kurarak askeri hakim ve savcıların suçlu, suçsuz önüne gelen herkesi yargılayıp cezalandırmaları başlamış, sendikalar ve dernekler kapatılmış, yerine devlet eliyle sarı sendikalar oluşturulmuş, büyük bir hızla imam hatipler açılmaya başlamış, MEB tedrisatı değiştirilmiş, Fetullah Gülen eğitime el atmış, yurt içi ve yurt dışında okullar ve dersaneler açmaya başlamış, aynı zamanda kolluk kuvvetlerinin içinde de çoğalmaya başlayarak tüm istihbaratı ele geçirmiş.

12 Eylül öncesinde MHP’nin ülkücü kanadında bulunanların yer aldığı devlet kadrolarına yavaş yavaş dinci, gerici, tutucu elemanlar gelmeye başladı. Hatta yönetim kadrolarına yükselmeye başladılar. Onlara göre solcu, komünist dedikleri herkes gözaltı ve tutuklamalar sonrasında iş yapamaz, hayatlarına devam edemez olmuşlardı. Tiyatrolar kapanmış, pek çok iş yeri kepenk indirmiş, baskılardan yılan çok kişi yurt dışına giderek yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyorlardı. Bunun yanında yurt dışına gidenlerin bir kısmı vatandaşlıktan çıkarılmış, ancak Özal döneminde bazıları tekrardan geri alınmıştır. Özellikle cinsel yönelimini öne çıkararak pembe kimlik alan Bülent Ersoy gibilere tüm kapılar kapanmış, deyim yerindeyse hepsi açlığa mahkum edilmişti.

Aslında o günler yaşadığımız bugünlere gebeydi. Kimse bu kadar olacağını tahmin edemezdi. Tahmin edenler de bir şekilde susturuluyordu. Çok değerli gazeteci Uğur Mumcu, akademisyen Bahriye Üçok gibi halkı bu yöneticiler gibi gericilere karşı uyaran pek çok aydın, yazar, gazeteci suikastler sonucunda hayatlarını kaybettiler. 90’larda Özal ile birlikte dinci ve gerici kadrolar iyice devlete yerleşti. Yavaş yavaş, tabir-i caiz ise yedire yedire geçirdiler yönetimin başına. Tam da geçiş yapamadığımız Cumhuriyet’in en önemli maddesi olan demokrasiyi alt üst ederek…

2000’lere gelindiğindeyse önce resmi ve devlet dairelerinde görülen türbanlı ve sakallı elemanlar için bile “Kıyafet özgürlüğü var” diyen yoldaşlar sayesinde siyasi simge olan türban ve Taliban zihniyeti Kabasakal hayatımızın her yerine yerleşti. 2010’ların ikinci çeyreğinde yaşanan olaylar nedeniyle neredeyse tüm kurumlarda kalan az sayıda personel KHK ile tasfiye edilip yerine Taliban rejimini kabul eden, “kadının yeri evidir, kadın annedir, çocuk büyütmekle yükümlüdür” düşüncesinde olan dinci ukalalar yerleştirildi. Sonrasında ise mantar gibi her yerde ortaya çıkmaya başladılar.

2010’larda “Yetmez ama evet!” diyerek başımıza bir diktatörün seçilmesine sebep olanlar bile artık tutuklanıp cezaevine konulduğundan o şikayet ettiğimiz 12 Eylül 1980’i bile aratacak günler yaşamaya başladık. Aslında Cumhur’un başının siyasete adım attığı dönemde “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır” sözleri bile sonun buraya geleceğini fark ettiremedi aymazlara. Artık adalet yok, yargı yok, yasama yok, yürütme yok. Her şey tek adamın ağzından çıkacak sözlere göre şekil alıyor.

Hani hep umutlu olup güzel günlerin geleceğinden bahsediyorum ya aslında değil. Korkuyorum, çok korkuyorum. Geleceğimizin kararacağından, biz kadınların evlere kapatılacağından, sessiz, tepkisiz, gölgesinden korkan bireylere dönüşeceğimizden, sokakta hak aramaya çalışan az sayıda insanın yok edileceğinden, geçtiğimiz ay Afganistan’da yönetimi ele geçiren Taliban güçleri tarafından köşe başında katledileceğimizden, yok artık bu kadar da olmaz diyenlerin aymazlığından, ülkedeki baskılardan dolayı yurt dışına giden, orada baskılar azalınca aslan kesilip sosyal medyadan halkı galeyana getiren insanlardan, bizlerin sosyal medyada daracık ekranlara mahkum olarak hala kurtuluş olacağına inanarak bol bol tweett atmamızdan, klavye kahramanlığından, “haydi sokağa” denildiğinde anında buharlaşanlardan, ağaçları kesip bina yapanlardan, meclisin içindeki tüm vekillerin bu gidişata dur demek yerine o çatının altında durmalarından, pandemi gibi ciddi konularla gündemi oyalayarak sağlık sisteminde derin yaralar açanlardan korkuyorum.

Evet, çocuklarınızın geleceğine, yarınlarına ipotek koyanlar ve hala her şeyin daha iyi olacağına inanan muhalefet sayesinde üçüncü dünya ülkeleri içinde yer almamıza sebep olan kapitalist sistemin dayatmalarından, 99 yıldır üzerimizde test yapan siyasilerden, politikacılardan, tüm bu olan bitenden hala ders çıkaramayışımızdan korkuyorum. Yetmedi mi sustuğumuz? Yetmedi mi daha daha daha felaketi yaşadığımız… Daha neler getirecek bu günleri de yaşayıp göreceğiz ömrümüz yettiğince…

Bir Cevap Yazın