HANİ? NEREDE O GÜZEL GÜNLER?

Başımızı yastığa koyduğumuz her gece yeni güne güzel, keyifli haberlerle uyanmak dileğiyle gözümüzü kapatıp, dünden daha kötü günlere uyanmak çok kötü bir duygu maalesef. Dünyadaki olumsuz gelişmeler bizim coğrafyada daha da etkili oluyor. Kendimize yetmeyen ekmeğimizi mültecilerle bölüşmeye çalışsak da ne onlar tam doyuyor ne de biz tam doyuyoruz. İşsizlik, kalabalık nüfus, pandemi, yangınlar üzerine Karadeniz’de yaşanan sel felaketi de gelince gülecek, keyiflenecek halimiz kalmadı.

Akçay’da geçen 15 günün sonunda ben yine yönümü Antalya’ya çevirdim. Hazır yola çıkmışken yaz günlerinde İstanbul’a dönüp eve kapanmak hiç işime gelmedi doğrusu. Bayram kalabalığı da çekilmişken bunu da değerlendireyim dedim. Ağustos’un yakıcı sıcağının etkisinden bir nebze olsa da çıkıp eskilere gidelim mi?

Çocukluk dönemimin sonu, ergenliğin başlarındayım. Kütahya’da hayat gayet monoton geçiyor. Okul, ev, mahalledeki komşulara ziyaret vb… Bu hayatı zenginleştirmek bizim elimizde diye düşünen ergenlerden olarak her gün kapı önü sporumuzu, çeşitli oyunlarla zenginleşen günlerimizi, o yılları özlemle aramıyor değilim. Okuldan gelir gelmez evde annemin verdiği işleri yapıp bitirince sokağa çıkmak için izin seansına başlardık ablacığımla. Annemden bu izni almak asla mümkün olmazdı. Biz de babamın işten gelmesini beklerdik dört gözle. Baba işten gelir, akşam yemeği yenir ve yine izin faslına geçilir. Bir nebze dinlenmek isteyen babam, bizi başından atmak için “Tamam gidin ama geç kalmayın” der demez fırlardık sokağa.

Saat akşamın 7’inde, 8’inde sokağa çıkılır da erken eve girilir mi hiç? Gecenin 1’ine bazen 2’sine kadar sokağın tadını çıkarırdık. Sokak lambasının altında oturur, hayaller kurar, oyunlar oynar, gelecek için planlar yapardık. Saat 11’den sonra evinin önünde oturduğumuz teyzeler “Artık gidin ya da susun. Yoksa bir kova su dökeriz” diye tehdit etseler de ergenlik işte, bu uyarıların çoğunda o suyla tepeden tırnağa ıslanır, yine de terk etmezdik o evin önünü.

O dönemlerde pikap vardı. 45’lik plak ya da longplay denen uzun çalarları üzerine koyup sevdiğimiz sanatçıların eserleri dinlenirdi. Bir de teyp yani kaset çalar vardı. Çeşit çeşit kasetler alırdık ya da doldurma kasetler oluştururduk listeler yaparak. Bizim evde radyo ve teyp vardı. Ama biz pikaptan çıkan nameleri dinlemeye heves ederdik en çok. Hani derler ya sende olmayan her zaman caziptir ve kıymetlidir diye. Peki bu nasıl mı olurdu? Hani o zamanlar bize Amerika’dan kot pantolon getiren deniz subayı Mustafa abi var ya, o annesi Perihan teyzeye bir pikap almış sevdiği sanatçıların plaklarını koyup dinlesin diye.  Yurda her gelişinde de çeşitli sanatçıların plaklarını getiriyordu bizlere. Mesela Elvis Presley, Gloria Gayner, Aretha Franklin, Charles Aznavour, Edith Piaf gibi pek çok sanatçının varlığını Mustafa abinin getirdiği plaklardan öğrenmiştik biz.

Perihan teyzenin 7 tane oğlu vardı. Ama hiç kız çocuğu yoktu. Kız çocuklarını öyle çok seviyordu ki bizlere kek, börek yapar, evine davet eder, pikapta çalan Emel Sayın’ın eşliğinde keyifli vakitler geçirirdik. Gençliğini anlatır, hayallerini anlatır, neler yapmak istediğini, neler yapamadığını, nasıl erken evlendiğini, nasıl bu kadar çocuk yaptığını onun ağzından dinler, bazen hüzünlenir, bazen mutlu olurduk. Bana da her seferinde Zeliş derdi. O dönemlerde okuduğu bir romanın karakteriymiş. “Sen benim gözümde Zeliş’sin” derdi. Ben de kabul ederdim.

Perihan teyzenin 5.oğlu Cahit benimle yaşıttı. Zaten çocukların arasında en fazla 2-3 yaş vardı. O kadar sık doğum yapmış ki… Yine bizim gibi akran olan Bülent, abisi gibi subay okulunda okurken, Cahit de Uşak’ta lisans eğitimine gitti. 70’li yılların sonunda ülkede yaşanan sağ-sol çatışmalarından o da nasibini aldı maalesef. 12 Eylül darbesinden önceki yıllarda öğrenci olaylarında yaralanıp bütün bir bacağından olarak uzun yıllar cezaevinde yatmıştı. Sonrasında ne oldu neler yaptı bilmiyorum ama bir dönem pek çok gencin canını yaktı bu doymak bilmez politikacılar.

Bizleri kendi kardeşleri gibi koruyup kollayan Mustafa abi her gelişinde hediyeler getirirdi. Tabii en çok giyecekler ve plaklar mutlu ederdi bizleri. Hepimizi toplar, çarşıya dondurma yemeye götürür, eğer kış aylarıysa kestane alır, sobanın üzerinde kebap yapar, çay ve sohbet eşliğinde zamanın nasıl geçtiğini unuttururdu. Bazen bize “Haydi kızlar plaktaki sanatçıya eşlik edelim” der, keyifli şarkılarla neşelenmemizi sağlardı. Bazen “Haydi sinemaya götüreyim” der, hepimizi yani en az 10 kişinin biletini alır, çıkışta da tek tek evlerimize bırakırdı. Mahallemizde bütün bunlar hoşgörüyle karşılanır, kimse dedikodu yapmaz, kötü gözle bakmaz, her daim yardımlaşarak geçerdi günler. Mesela Ağustos-Eylül aylarında malzemeler alınır, sırayla evlerde toplanılır, salça ve tarhana yapılır, erişteler, kesilir, turşular kurulur ve aile bütçesine katkısı olsun diye yaz sebzeleri kurutularak kışa hazırlanırdı.

Kütahya’da kış uzun sürer. O zamanlar kaloriferli evler de yok denecek kadar az. Evlerimiz de 2 ya da 3 katlı bahçe içinde ahşap binalardı. Reçel, marmelat yapılan meyveler kendi ağaçlarımızdan toplanırdı. Az düşmedim o ağaçların tepesinden. Öyle düşe kalka öğrendik bizim dönemin gençleri olarak yaşamayı, ayakta kalmayı, mücadeleyi, haksızlıklar karşısında ses çıkarmayı, inandığımız konularda sonuna kadar dik durmayı…

Şimdi durup düşündüğümde hep aynı duyguya kapılıyorum. Evet bizim çocukluğumuz, ergenliğimiz, gençliğimiz, hatta orta yaş dönemimiz çok keyifli, çok anlamlı, çok da keyifli geçmiş. Sokakta gece yarılarına kadar oynayan çocuklar, mahalle kültürünü, birlik, beraberlik, dayanışma, iyi niyet gibi kavramlar maalesef yok artık. Herkes bir koşuşturma, telaş içinde, yarınlarından kaygılı, gelecekten endişeli tedirgin bir şekilde yaşama gayreti var. Teknolojinin getirdiği kolaylıkları kullanalım derken sanki sevgiyi, güveni, iyi niyeti ve dostlukları kaybettik git gide. Pek çok binada kimlerle komşuluk ettiğini bile bilmeden geçiyor zaman.

Ben gelen zamanlarımı bir Münir Özkul-Adile Naşit çekişmesi tadında, Tarık Akan-Emel Sayın aşkının olabilitesinde, Yılmaz Güney filmlerinin gerçekliğinde, her Pazar günü TV’de klasik müzik dinleme lüksünde, Süper Baba, Perihan Abla kalitesinde diziler izleme keyfinde, nezaketin en üst düzeyde olduğu Ali Kırca ile Siyaset Meydanı, Savaş Ay ile A Takımı tartışma programlarıyla bilgilenmede, Mehmet Ali Birand ve ekibinin 32. Gün programıyla dünyadan gerçek olaylara ve haberlere ulaşmada, Eurovision’da yarışmanın tadında, buz pateni yarışlarını naklen izleme hoşluğunda, gece yarısı TV’de yayınlanan siyah-beyaz filmlerin kalitesinde mest olarak geçirmek istiyorum.

Ha bunlar olmaz artık diyorsanız en azından sinemaya, konsere, tiyatroya gitmek, özgürce, maskesiz, engelsiz seyahat etmek, yine evlere kapanmadan, kimden hastalık kaparım diye tedirgin olmadan, doya doya nefes alarak dostlarıma sarılmak, yaşamak istiyorum. Çok mu şey istedim yine? Biri bana, bize “Güzel günler çok yakında” demişti. Hani? Nerede o günler?

Bir Cevap Yazın