ŞİDDETİN GÖRÜNEN YÜZÜ, DEĞİŞİMİ VE MERKEZİLEŞMESİ

25 Kasım’ı da geride bıraktık. Geride kal(a)mayan şey ise özel ve/ya kamusal alanda kadına şiddetin, kadına dair suçların özellikle ülkemizde, hız kesmeden devam ediyor oluşu…

Trujillo diktatörlüğüne karşı koyan, Rafael Trujillo’nun da hedef tahtasına koyduğu; Patria, Minerva, Maria Teresa Mirabel kardeşler ve şoförlerinin hunharca katledilişinin tarihidir 25 Kasım…

1960 yılından sonra “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü” olarak kabul edilmiştir. Dünyanın her yerinde, kadına karşı suçlara dikkat çekmesi, göz önüne sermesi ve de dünyanın tüm sokaklarında, alanlarında isyanın sesi olması açısından da kadın mücadelesinde, kadınların tarihinde özel bir öneme sahiptir.

Her halükârda, sokağa çıkan kadınlar, bu sene de elbette ki alanları, sokakları boş bırakmadılar. ‘Pandemi yasakları’ da ülkem kadınının önünü kesemedi… Büyük şehirlerin tümünde sokağa çıkan kadınların, Ankara’da barikatlarla önlerinin kesilmesi çabası, polisin orantısız gücü ve şiddetini bilindik görünürlüğünün, bir kez daha resmedilmesini sağladı…

ŞİDDETİN DEĞİŞEN YÜZLERİ…

Kuşku götürmez ki; fiziksel şiddetle kıyaslanamasa da şiddet ve şiddetin dili değişmekte, kadın emeği ve görünürlüğü baskın bir politik tutumun uzantısı olan medya organlarınca ve/ya da hayatımızın tam da ortasına yerleşen dijital dünya/medya üzerinden değersizleştirilmeye, belki de gelecekte oluşacak kadın başarısının önü kesilmeye çalışılarak, öte yandan da yılgınlığa uğratma gayretleri sürmektedir…

Özlem Türeci örneğinde de görmüştük; bir kadının başarısı birilerine “eş olmak”, çok kutsiyet yüklenen “aile/eş” sıfatları altında öğütülmek istenmekteydi…

Profesörlüğü, doktorluğu, Covid19 aşısının bulunmasındaki meziyetleri, “test tüplerini yıkamış acaba” düzeyine indirgenip; “o”,” bu ama sonuçta kadın” diye değersizleştirme gayretleri, gözlerden kaçmamıştı…

Gelen yoğun baskılarla geri adım atılsa da önemli bir buluşta bile “zihniyetleri” yine sobelenmişti…  O, çok övündükleri “Türkler buldu!” da ki “Türk”, sadece erkek ve onun “eşiydi…”

Tabiidir ki, bu zihniyeti yeni tanımıyoruz, ilk defa ‘fenere yakalanmış tavşan gibi’ de yüzleri ortaya çıkmıyor… Yine de bir nebze olsun şaşırmak, belki böylece büyük bir buluşta “eşitlikçi”, “adil” davranacaklarını ummuştu(k)m… Onca emeğin, çabanın, eğitim öğretimde geçen yılları, “eş mezarlığına” kimsenin gömme hakkı yoktur, izin de vermeyeceğiz…

Kaldı ki bir kadın için oralara yükselmenin, hatta ve hatta eğitim alabilip, birey olabilmeye adım atmasının, şu günlerde ne derece zor olduğu da ortadayken… “Birey olabilmek” için elbette “eğitim” olmazsa olmaz da değildir, çevremizde çokça görebildiğimiz; “sadece cehaleti alması” örnekleri gibi…

Mars’a gönderilen keşif aracı için proje yollayan, bilgisayarı olmadığı halde, köyünde kendi kendine yazılım öğrenen genç bir kadınsın, köy okulları için projeler üretme çabasındasın; video röportajda “yazılımcılığın erkek mesleği olduğu algısı” ve yaşadığın “ayrımcılıktan” bahsetmek gibi bir utancı da paylaşıyorsun…

19 yaşındaki Elif Eda Güneş, bu algılarla ve gerçeklerle mi yoluna devam etmek zorunda? Sırf kadın diye; bir yerlere ulaşabilmek için, iki üç kat daha fazla efor sarf ederken, öte yandan da cinsiyetçi kalıplarla boğuşursa, üretkenliğinin önü ketlenmiş olmaz mı?..

Bu iki kadının karşısına çıkan cinsiyetçi zihniyet, bariyerler de bireylere şiddet değil midir? Cinsiyet temelli ayrımcılık, ötelenme, yok sayılma, başarılarının küçültülmesi veyahut da mesleklere cinsiyet atanması, algı oluşturulması, oluşumunun önünün açılması; “şiddet” değil midir?

Böylelikle, bir süre sonra kadınların salt evlerinde, korunaklı alanlarında kalmalarına, “ağzımla kuş tutsam yaranamam” bezginliğine iterek; gizli de olmayan hedeflerine kapı aralanmasını, şiddet diye kabul etmemek mi lazımdır?

GÜCÜ YETEN YETENE…

Şiddet; yıldırma, baskılama, boyun eğdirme, güçlü olma, güçlüden yana durma hallerini de içerir. Şiddetin bu türleri de en az fiziksel olanı kadar yaralayıcı, yok edici, hatta sokakta karşılığı darp ve ölüme kapı aralayabilmektedir…

Hele de basın yoluyla, hedef göstererek, tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir de hedefe konulan kişinin özeli, geçmişi deşifre edilerek yapılıyorsa… En hafif tabirle “aymazlıktır!..”

Tran fobi, fobiklik bir hastalıktır… Bunu bir de televizyonlarda yapıyorsanız, suç ve hedef göstermeyi de barındırır… Konu nedir, nereden çıktı mı diyorsunuz?

Seren Serengil hanımefendi(!), kendi televizyon programında; Selin Ciğerci adlı trans kadını hedefe alıp, trans fobisini kusarken, öte yandan da “cinsiyet uyum süreci” öncesine ait fotoğraflarını deşifre etmişti.

Ben şimdi burada, Serengil’in bikinili pozlarını kullanıp, “Burası Hollywood değil!”, “Kızlarımıza, çocuklarımıza kötü örnek oluyor!” “Özendirici!”, “Alenen paylaşılmamalı!”, “Biz Müslüman bir ülkeyiz!” demem ne derece utanmazlıksa, hedefe koyduğu kadının resmi nikahlı eşiyle ve/ya ‘cinsiyet uyum süreci’ öncesi fotoğraflarını yayında kullanması da aynı ölçüdedir…

Tüm bunları yaparken yayının sırasında da “ırkçı”, “transfobik” olmadığını, hatta “kendinin de arkadaşları olduğunu” söylemekten de geri kalmamış… İki soru takıldı kafama: “doğru bulmuyorsan”, niye arkadaşların var?  İkincisi de o arkadaşların içinde Bülent Ersoy’da var mı? Hatta daha da öte götürüp; Bülent Ersoy’u da böyle hedefe koyabilir miydin? Yoksa, gücü yeten yetene mi?

ATEŞ BÖCEĞİNİ YAK!

Aslında kısmen benim de değindiğim; sosyal mecraların da hayatımızda olduğu gerçeğinden de yola çıkarak, özel alanımız, alanımıza müdahale, sanal zorbalık, sanal taciz vb. konularda hem kişisel bilinç oluşturma hem de bilinç düzeyimizi de ölçen, “UN Women Turkey/ Uluslararası Kadın Platformu Türkiye” ağının 25 Kasım tarihinde başlattığı, iki hafta sürecek bir çalışması var.

#AteşBöcekleri etiketiyle dolaşımda olan, “atesbocekleri.info” adresinden de ulaşıp hem bilinçleneceğiniz hem de kendi ateş böceğinizi  de yakarak, bütün kadın dostlarınız adına farkındalık  oluşuşumuna da  katkı sağlayacağınız bir çalışma. Ben kendi ateş böceğimi yaktım. Sıra sizlerde!

Ekranlarından, dijitaline, sanalından, sokağına, fizikselinden, mobingine… çeşitli boyutları ve türleriyle; kadın gerçeği, kadının neredeyse değişmez yazgısı şiddet.

Konu şiddetse; ırk, dil, din, eğitim, kültür, sınıf, cinsel yönelim, cinsiyet kimliğinden de bağımsız, biz kadınların gerek özel, sık sık da kamusal alanda çokça rastladığımız, öznesi de olduğumuz/olabileceğimiz hayatımızın yalın gerçeği…

Değişen dünya, uygulama/uğrama alan farklılıklarıyla birlikte, hani “bu çağda bile mi?” utancıyla, her birimizin farklı ve de çoğu acı deneyimleri olan şiddet gerçeği…  

Birçok konuda ayrı düşebilir, düşünebilir, ayrışabiliriz kadınlığımız ve kadınlık ise konu, bir ve de aynıyız… Hele de konu şiddetse!!!  Kadın kadının evidir, yurdudur…

Analardan kızlarına yazgı, kuşaklardan gelecek kuşak kadınlarına miras kalmayacağı, sevginin, huzurun, kendini gerçekleştirebilme şansının olduğu, payda da sadece ve sadece “insan” olmasının yeteceği, umudumuzdaki, düşlerimizdeki yaşanabilir yarınlara ve de şiddetsiz dünyayaaçılsın kapılarımız, yollarımız…  Saygı, empati, sevgi! Yine, ‘pandemi üçlemesi’ gibi noktalamış olayım… Sevgiyle…

Bir Cevap Yazın