YENİ SORULAR, YENİ CEVAPLAR

İlkokul: Çalışkansın veya değilsin. Ortaokul: Çalışkansın veya değilsin. Lise: çalışkansın veya değilsin. Üniversiteye giriş sınavı: Zurna burada zırt der. Evde, yolda, markette, plajda tanıdık kim görse sorular… Gerçek tembeller umursamaz bu soruları. Kitapbaşı zaman harcamaya gönül indirmemiş zekiler; “yaa bir ara bakarız…” tavrıyla haklı olarak sistemi reddettiklerini ortaya koyarlar.  Kitapbaşı, bilgibaşı, “inek” yaftalamalarına direnerek ta en başından beri çalışan ve zeka cevherinden nasibini almış olanlar arasından bir bölümü, meraklı ağızların sorduğu  sorulara cevabı yapıştırırlar: TIP

“Uzun ince bir yol. Git git bitmez dense de gün gelir bitti gibi olur; oysa soru yalnızca şekil değiştirmiştir: “Ne doktorusun?””

 Zurna bu kez daha yüksek, Tıpta Uzmanlık Sınavı  kısaca TUS notasından zırtlar. Kısıtlı kadrolardan birini kazanabildiysen, ihtisas denen çile dönemi başlar. Dört ile yedi senelik bir girdaba balıklama atlamışsındır. Gece/gündüz yoktur. Para azdır. Zaman yoktur. Uyku azdır. Yemek azdır. Kötü muamele çoktur. Omuz atma çoktur. Haksızlık çoktur. Çay çoktur. Spor salonunda koşu bandında değil koridorlarda yürüdüğün adım günde otuz otuzbeş bini bulur. Tez yazılır. Yayımlanır. Kitaptır o aslında. Beş kişilik bilim jürisi karşısına geçilir. Çarpıntılar içinde, otuzlarının ortasında, hâlâ sınav heyecanı ile tıfıl ip üzerinden yürünür. Böylelikle eli belinde bir mahalle meraklısısının “Sen ne doktorusun?” sorusunun cevabına kavuşulmuştur: Otorhinolaringoloji, mikrobiyoloji, pediatri, nöroşirurji, nükleer tıp, onkoloji… Neysen onu söylersin. Anlamayan boş gözler “Haaaa! Tamam!” der. Kainattaki en absürd anlardan biri daha yaşanmıştır işte.

Meslekten öte yaşam biçimi

İnsanların kendilerinin veya yakınlarının sağlık sorunları için iki üç saat ya da yatırıldılarsa eğer -uzayan nadir durumlar dışında- üç beş gün geçirdikleri hastanelerde on yedi yaşından beri yaşayan bir gurup aklıevvel/ işgüzar /mazoist/ narsist kendi aralarında bu ve benzeri anları konuşur, plastik bardaktan acımış çaylarını içip sabahtan artık simidi kemirerek eğleşirlerdi. Eğleşirdik. Bunun da kendine özgü bir mutluluk etkisi vardı.

Derken işler değişti. Şimdi artık soru değişti. Soru, “Şimdi ben seni öldüreyim mi?” oldu. Can bulmaya gelinen bir yerde, bir odada, ona can vermesi beklenen kişiye sorulan soru… “Öldüreyim mi?”  Cevabı beklemeden vurmalar, kırmalar, sülale boyu küfür, boyuna jilet, göğse kurşun, kafaya -ki o kafa ilkokul birinci sınıftan beri bilgi severek yaşamış bir kafadır- kaldırım taşı… Kopmuş hemşire saçları, kırık parmaklar, kırık burunlar, poliklinikte beş dakika önce dert dinlerken beş dakika sonra yerdeki seramiklerin üstünde kendi kanı içinde uzanan beyaz önlüklü cansız beden…

Sağlıkta şiddet paradoksu

Yaşatmak için çıktığın yolda öldürülmenin “Sağlıkta şiddet” gibi zayıf bir nitelemeden çok daha güçlü bir ifadeye ihtiyacı var.‘İfade’ her zaman sözcüklerle olmaz. İnsan / sistem / düzen aradığında, ihtiyaç duyduğunda aranan kişi yerde kendi kanında cansız yatıyor; tanıklar, bilenler, o beynin bilgisiyle yaşamakta olanlar ve kendini uygar insanlık topluluğunun bir üyesi diye görüp allayıp pullayanlar, “ Ne oluyor burada?” sorusunu sormuyorsa, milletin meclisi bile mevcut kıyımı toplanmaya değer bulmuyorsa…

Soluk borusu tıkanmış bir insanın soluk borusunu âdemelmasının tam altından bıçakla delip, cebindeki tükenmez kalemi plastik boruya dönüştürüp o deliğe sokarak hava yolu açma ve tıkanan hayatı yeniden başlatma becerisiyle donanmış olanlar yaşamanın bir yolunu bulurlar.  Ta en başından beri kitapbaşı, bilgibaşı, sorumlulukbaşı, kendinden başka bir insan için uykusundan, yemeğinden, gençliğinden eşinden çocuğundan vazgeçen, hep çalışan, çok çalışan ve zekâ cevherinden nasibini almış olanlar aransa da bulunamayacakları yerlere çekilirler. Oralar aydınlanır; çünkü insan aklı, zekâsı, emeği, iyilik duygusu ve sevgi neredeyse ışık orada parlar.

One comment

Bir Cevap Yazın