SURİYELİ GELİN

Sınırları kim yapar? Sınır nereye çekilir? Hangi sınır/lar insandan, hayattan, mutluluktan önemlidir?

Cetvellerle masalarından nasıl olduğunu yaşamadan içine girmedikleri toprakların, halkların, geleceğin, kalplerin ayrılmasına izin verenlerin de kalpleri var mıdır?

Savaşla, az biraz daha kanlı toprakla, gözyaşı döken insanların acıları üzerine ev kuran, yurt kuranlara da “insan” mı deriz, demeliyiz mi?

Sahi, insanlık tanımı artık neye eş düşer? Ev yaptınız diyelim; evinizin tam ortasına başka bir ev yapılsa? Bilmem ne odanıza ulaşmak için, diğer evden geçmek zorunda kalsanız? Geçmeyi de bırakın; izin almak, rıza beklemeye zorlansanız?

KARA MİZAH BİLE DEĞİL OYSA Kİ…

Ortadoğululuk, naçarlık, emperyal efendilerin boyunduruğu, içimizde de 8-10 örneğini duyduğumuz, bildiğimiz, dahası ezilen halkların yüreklerinden geçen esaret öyküsü; “Suriyeli Gelin / The Syrian Bride” filminin kurmacası…

2004 yapımı, Avrupa’daki çoğu festivalden de ödüllerle dönmüş, İsrailli erkek yönetmen filmi. Öykünün merkezinde kadınlar olan, kadın filmi olsa da…

Almanya, Fransa, İsrail üçlemesinde çekilmiş, Eran Riklis ve Suha Arraf’a ait senaryo, yine Eran Riklis tarafından yönetilmiş. Film, kadrosunda bolca Filistinli oyuncu da barındıran, izleyicilerden de iyi eleştiriler ve puanlar almış, güzel kotarılmış, görmeyenler için görülesi filmlerden.

Mona, Golan Tepelerinde yaşayan (İsrail’ce işgal edilmiş, Suriye toprağı) sayıları tükenmeye yakın olan, Dürzi bir genç kadın.

Mona ve düğünü odaklı gibi dursa da ataerkil ve kadın, kadın ve kadına dair “naif” şiddet de temel öykülerden. Feodaliteye yakın aile bağları içinde baba, oğul çatışması, ezilen kadının kocaya ve de öte yandan dar kabuklu topluma başkaldırısı…

Kısaca hepimizin yakın tanıdığı hayatlar, hikayeler… Belki bu coğrafya insanının daha yakından tanıdığı… İşgal, sınırlarla çevrili topraklardan insan hikâyeleri. İki devletin de öte yandan katı bürokrasiyle ayırdığı, böldüğü, seçime zorladığı, filmin adıyla daha ilk andan başlayan metaforlarla örülü…

Riklis, senaristlerinden ve yönetmeni de olunca, İsrail’e de göndermelerle dolu, cesurca denilecek filmlerden. Clara Khoury (Mona), Hiam Abbas (abla), Mahram Koury (baba) başrol oyuncularından.  Ablayı oynayan Hiam Abbas’ı başka bir kadın hikayesinde (May In The Summer) izlemiştim. Oyunculuğunu sevdiğim kadınlardandır. Yönetmenliğini öğrenmek bana da süpriz oldu.

ÖZGÜR TOPRAKLARDA, MUTLU HİKAYELERE

Belki algıda seçicilik, belki bize benzeyen hikâyeler mi çekiyor veya da çevremiz onlarla örülü olduğundan mıdır bilinmez; Ortadoğu hikayesi, ustaca kotarılmış bir filmi yazdım sizlere.

İnsanlığın ortak hafızası olan sanat, sinema da içimizden hayatlar düştü payıma/payımıza… Döngüyü yıkmak için en dibine kadar inmek, kafamıza kazımak mı lazımdır savaşın, vahşetin ayırdığı bizi “bölünenleri.” 

Belki de kurtuluşumuz, hafızalarımızdan hiç silinmesine izin vermemektir daha iyi bir dünya ihtiyacını… İnşasındaki yol haritamızın, olmazsa olmalarını net belirlemek adına…

Mona’nın düğününden nerelere geldik? Aslolan da zaten insan değil mi? İnsan olmak; kim olduğundan öte yaşayamadıkları üzerinden, her birimizin yaşam hakkına saygı duymak, daha iyiyi arzulamak değil mi? Salt, “benim” için değil…

Daha mutlu filmlerde, hayatlarda buluşabilmek özlemiyle… Keyif aldığım başka hikayelerde ama en çok da mutlu hikayeleri, ‘kabına sığamadan’ sizlere anlatabilme ümidiyle. Belki, çoğu beyaz perdeden olacak, filmleri yazacağım yine ve yine. Bir gün, gerçek hayattaki mutlulukları da yazarız kim bilir ki? İyi seyirler!

Bir Cevap Yazın