ÖKSÜZ, YETİM VE NAÇAR KALDIM

Acı ağırdır da tarifi zordur ya, ne söyleseniz, nasıl anlatsanız hep biraz sığ, birazı da eksik kalır… Öküz oturur böğrünüze; gök kubbe üstünüze çökmüştür de sesiniz çıkmaz, öylece kalakalırsınız… An susar, diller lâl olmuş, kulaklar duyduğundan utanır… Acının kokusu olsa; ağır bir pas tadı, içinizi dışınıza çıkarmaya yeter de… Kusamaz, tükürüğünüzde boğulurdunuz belki de…

Yine, bir Mart akşamı. Kendi içi oynatan soğuğu yetmez gibi; haberleriyle, şaşkınlığıyla ayazınızı katmerler, buz dağlarını bir çırpıda yutmuşçasına donakalırsınız… Bu üşümek gibi de değildir, tepeden tırnağa buz kesmek… Öylece, asılı olduğunuz vinçte; sizi çivi gibi, serin sulara batırıp, çıkarmışlardır da vücudunuzla, beyniniz de donmuştur…

Sesler, sözcükler, duyduklarınız, duyduğunuzu sandıklarınınız tüm anlamlarını yitirmiş, birer bombardıman halinde; az önce şoklanmış beyninize hücum etmektedir…

ÇARESİZLİĞİN DERİNLİĞİNDE BOĞULMAK…

Yine Mart, yine annemdeyim… Mart’ta, annemdeyken kara yazgı gibi, hem de yemek masasında, lokmalarım gülle misali dizildi boğazıma… Yutamıyor, konuşamıyor, ekranda gördüğüm adı haber olan tümceleri kavramakta zorlanıyorum…

Ah, anne! Ne vardı haber de haber diye tutturacak? İlle de televizyon açacak? Ben, sende kara haberler almaktan yoruldum. Ben, sendeyken; çaresiz kalmaktan, içime bağırmaktan, acımı yutmaktan yoruldum…

HDP’nin kapatma isteğiyle, bilmem kim dava açmış. İsmi, cismi çok da umurumda değil… Kapatma davası da umurum değil. Beklenen fakat yapılmaz, “bunu da yapmazlar” diye umduğunuz, içten içe de aslının öyle olmadığı; bütün mümkünsüzlerin mümkün kılındığı günlerin getirisine hazırsınızdır…

Bir an, evet şaşırdım, canım yandı, geçti… Bunca feryat figanım, parti kapatılmasına değil. Derdim; “vicdan” sözcüğüne, sözlüklerde bir resim konulacak olsa, cemalinin konulacağı tek adamın, vekilliğinin düşürülmesine…

En sağından soluna, başı örtülüsünden her zamanın “marjinalleri” LGBTİ ’ların hak savunusuna kadar; acı neredeyse, kimin yarası kanıyor ise ırkına, diline, dinine, rengine bakmadan yanında duran/duracak insana bunca reva görülen haksızlığa, edilen zulme yüreğim dayanmadı…

Evet, Ömer Faruk Gergerlioğlu, HDP’nin milletvekilidir. Sevgili Gergerlioğlu, sadece seçildiği partinin vekili değildir ama… Gergerlioğlu, oy aldığı 90 bin kişinin, Kocaeli’nin vekili değildir…

Sadece vekilliğe; bir partiye, bir ile sıkıştırmak, salt bunlarla anmak vekilime, vicdanıma/vicdanımıza leke sürmek olur. Emeğine, sesini duyurduklarına, duyurmaya çalıştıklarına nankörlük olur, hakaret olur…

Gergerlioğlu olmasa idi ne Uşak’taki çıplak aramayı duyacaktık ne günümüzün “beyaz torosları” transportlarla kaçırılan insanlardan haberdar olacaktık, akıbetlerinden bihaber kalacaktık belki de…

Ne cezaevlerinde büyümeye mahkûm çocukların sesi duyulacaktı, bir gecede işsiz, geleceksiz, hayatsız kalan KHK’ların (Kanun Hükmünde Kararname) sesi gürleşecekti… Senin, benim, ezilenin sesi kısılacak; kireç kuyularında boğulacaktı belki de herhangi aykırı ses…

Üzgünüm, Türkiye’nin tüm halkları, alanları hepimiz birden öksüz, yetim, naçar kaldık… Bir vekil kaybetmedik; dost, omuz, güç, abi, kardeş, ses, soluk, işini hakkı ile yapan, onurlu bir adam da kaybettik…

Namusuma, oyumuza sahip çıkan, her derdi dert bilen, direnmenin, yılmamanın en güze örneğini çaldılar bizden… Bir vekil, bir doktor, aktivist, inançlı olmanın; insanın/insanlığın mutluluğu, hukuku, hakkı için çalışmak için olduğunu bilen, en güzel yaşayanını da çaldılar bizden…

Adıma üzgünüm, adımıza öfkeliyim, insanlık adına ümitsizim… Bilmedikleri şu var ki, vekilim/iz/; olduğu her yerde omuzlaşır iken, dirençte aşılayan, dönüştürendi. Sadece bir tane Ömer Faruk Gergerlioğlu’ nu aldınız ama; bize kattıklarını, içimizdeki sevgisini, dönüştürdüğü bizlerden binlercesini alamayacaksınız…

SEN BİLMEZSİN ÇOCUK…

Kuzucuğum, bilmezsin sen. 3 gün anneme küstüm. Canice, seni katletmeye kalkmışlardı, takvim yapraklarına sığmayan günlerce, bir hasta yatağında eriyordun günden güne…

16 kilo! Nasıl bir ağırlıktı, bir insan o kilo da olur mu? 16 kiloya düşmüştün artık. On binlerin, yüz binlerin çocuğuydun, dillerde isyandın. Kaçımız sabahlamadık hastanenin bahçesinde, kaçımız gözlerini kaçırdı acı kuyusunda yok olmamak için gözlerini Gülsüm Abla’dan, Sami Abi’den…

Mart’tı, sen eriyor, hayat devam ediyor iken, bana anne yolları göründüydü… İlk kez ayak direttim, günleri öteledim. Dedim ya Berkin’im; hayat devam ediyordu, etmek zorundaydı, sana rağmen, acımıza, öfkemize rağmen…

Geldiğimin ertesi günüydü. Acı haberini, annemde almıştım…  Yemek masasındaydım, kedere, öfkeye boğulurken… Masadan nasıl fırladım ise; annemin şaşkınlığını, “ne oldu” sorusuna, veremediğim cevabı unutamam… Nasıl denirdi ki, Berkin…

Odadan çıkmadım, tüm akşam ve gece. Küslüğüm, sessizliğim de 3 gün sürdü…  Gecenin sabahı doğduğunda, karanlıktı içim, hele de annene hiç güneş doğmadı halen…

Öfke zincirinden, olacaklardan nasıl korktular ise; yollar kapatılmıştı ta sabahın köründe. Karşılardan sana, uğurlamaya gelemedim… Ben, veda edemem oysa… Ölmeyi, toprağın altına girmeyi, sevdiklerime yakıştıramam, hele de çocuklara… Bir de sen bilmezsin yavrucuğum, beni “ölüm” tutar, vedalar gözüme kaçar…

Mart; ne çok acı, ne çok ayrılık, ne büyük faşizm yaptı… Kazma, küreğe ne hacet, binlerce yürek yaktı… Isınamadım Mart’a, ısınamayız da faşizme… İyiki doğdun, Ali İsmail!

Bir Cevap Yazın