MESAFELENMEYELİM!

Yoğun erime ve yok oluş sürecindeyiz. Uzun zamandır unutulduk, kaderimize terk edildik dahası da yöneticiler kulağının üzerine yatıyor… Hısım akraba merkezdeki çemberin göbeğinde değil isek; ölmüşüz, açmışız, kaygı kaynaklı travmalar yaşıyormuşuz… Umurlarında değiliz!

Çok öteye de gitmeye lüzum yok; son 3-5 yıl içerisindeki derin yoksulluğun getirisi toplumsal bazlı psikolojik çöküş her birimizin malumu. Artan iflaslar, işsizlik, hukuksuzluk, tırpanlanan özgürlüklerin getirisi, üzerine de yönetenlere güvensizlik eklenince “mış gibi” yaşayarak günleri, belki de ülke vatandaşı olarak çilemizi dolduruyoruz…

Genelde en iyimiz, iyiyim diyen de “iç güveyisinden hallice…” Evinde aş pişen, sırça köşklerinde mutlu olan da sokağa adım atınca demoralize oluyor; mutsuzluğu, yılgınlığı ağır bir veba gibi birbirimize ve de gittiğimiz her yere taşıyoruz…

Artık aslanın neresinde olduğu belli olmayan ekmeğin kavgası, -galaksiler arası yolculuğa da dönüşen- iş yerlerimize ulaşmak için yollarda tükenen ömür, yaşam alanı diye sıkıştığımız kutucuklar, büyüyen yolsuzluk, yoksulluk, elimizden kayan mutluluk; umut, dirençle bir şeylerin değişeceğine dair heves iyiden iyiye bizlerden uzaklaşıp, geriye kocaman yalnızlık, çaresizlik bırakmakta…

SOSYAL MESAFEYİ KORU(MA)YALIM…

Tüm bunca şeyle başa çıkmak kolaymış, hayat hepimiz için yeterince zor değil gibi, ülkemiz için konuşur isek son 15 aydır Covid-19 sebepli pandemik süreç de tuz biber ekti…

3 kuruşa köleliğimizde bulaşmayan, toplu taşımada, serviste, dolmuşta görünmez olan, her şekilde kendilerine yontulmaya uygun olunca hokus pokusla ortadan kaybolan korona; bizler bir araya gelmek isteyince, haklarımızı ararken, daha da olmadı kâr haneler, fabrikalar bitiş düdüğü çalınca ortaya çıkmakta…

Ömrü hayatımız bazen 5, esnetilir ise 6 gün mesaiye gidip eve dönmek, “sosyal mesafe” dedikleri; yönetemedikleri sürecin kusurlarını, derin korku olarak pompalamaları, bizleri birbirinden iyice koparmaya yol açan soyutlama sayesinde de insan yüzü görmeden, kimselerle iki satır laflayamadan, yine kutucuklarımıza, hapishanelerimize tıkılıyoruz…

Elbette ki, bulaşının yayılımını önlemek adına; araya mesafe koymak, mesafelenmek gerekli fakat bu fiziki/fiziksel mesafe olmalıdır.

Kendimizi, karşımızdakini veya sevdiklerimizi korumak adına; hijyen kurallarına dikkat etmek, yakın teması aza indirmek, eylemlerimiz sırasında çok iç içe olmamak gerekli. Ne kadarının sağlanabildiği, sağlanabileceği tartışma götürse de…

Aynı evi paylaşan insanların seyahatlerde yan yana oturamaması; karı kocanın aynı motosikleti kullandığı için uyarı alması, Avm’lerde bulaşmayan virüsün parkta bahçede bulaşacağı iddiası, aracında yalnız seyahatinde bile bireye maske cezası uygulanma çabası hem içler acısı niyetlerini hem de beceriksiz yönetimlerini kamufle etme arzuları, ayan beyan ortada olmak ile beraber ısrarcılıkları hayret uyandırmakta…

Yaratılan çaresizlik, belirsizlik duygusu, hepimizin üzerine gri bulutlar gibi çökmekte… Ülke mutsuz zombiler mezarlığı…

YALNIZLIK TÜRKÜSÜ…

Dillerde namesi aynı türkü dolaşmakta; yalnızlık…  Her birimizin de pelenge dönüşen, duvarları yıkabilsek sesler birbirine değince; içi boşalacak ezgiyi, ebatları, konforları, yoklukları farklı kutucuklarımızda daha da derinden mırıldanıp duruyoruz…

Gözümüzü korkarak açtığımız dünyadan, sınıf temelli ağır delir(til)melerle göçüyoruz … El ele değmeden, dost sesine hasret, biçare, naçar kimsesizliklerin baş rolleriz artık…

Nerede bir ölüm görsek, biliyoruz ki gariban ölümü… Kimi ilaç alamaz, kimisi yatak bulamaz hastanelerde, kimi ekmek diye satılan bayata ulaşamamış… Her şey bize gelince kıt; ölüm gani gani…

Ölüm; garibana yazgı, ölüm fakirin fıtratında…

Artık, ölmelerimiz de yetmiyor! Ağırlaşsın istiyorlar, acılardan acı beğenelim, yoksulluğun en siyahını tanıyalım; şu dünyadan uğurlanmadan önce, bir temiz akli melekelerimizi de yitirmemiz için zorlamaktalar…

Bakın! Buna çok da çabalamalarına lüzum yok! Sen sancıdan kıvranıyorsun; birileri vip uçaklarla taşınıyor, günlerce bulamadığın yatağa… Oysa, daha bedenin soğumamış, toprağa kavuşmamış …

Aşsızsın, işsizsin, artık samanlıkta yetmiyor iki gönlün seyranına, olmayacak anda yoksulluğun kemendini geçiriyorsun boynuna… Ötede 3-5 aylık bebeğine pırlanta yüzük yaptırıp, bebeğin bilmem ne partisini yapmaktalar… Gözümüze soktukları da nobran, zevksizliğin en varaklısından…

BİLMEZDİM BÖYLE AĞIR OLDUĞUNU…

Ah, bir de o hastane odaları… Şifa umduğun, onurunu, kişiliğini, olanını sünger odalarına çeken; direncini elektro şoklarda bıraktığın “yıkıl be”,yok ol” dediğin odalar…

Geçen senenin ikinci günü, dünyanın başıma yıkılışının tarihi… Dünya niye döndü, ben halen neden ayaktayım, bir çocuğu bile bağrında saklayamıyor ise; hayat niye var?

Derin yoksulluğa, kendinden olmayana yaşam şansı tanımayan topraklara, bir de epilepsi gibi ağır hastalıkla doğan, ailesinde şizofrenin olağanlaştığı, üstüne de Biseksüel genç bir kadınla yollarımız kesişmişti…

Sayısını bilmediğim, beraberken de sayamadığım intihar kalkışması süreçleri… Zordu onun için her şey. Bağ kurmak, tutunabilmek mucize… 21 yıl nasıl yaşadı, neler yaşadı? Ah, kim bilir neler neler?

İki kez hastane deneyimi yaşadık. Yine bir teşebbüsü sonrasında, görüştüğü doktor önerisiyle ve kendi arzusuyla da Bakırköy’de yatmaya gönüllü olmuştu…

Çok konuşmaz, konu duyguları olunca gönüllü de olmazdı anlatmaya. 13 günün sonunda taburcu oldu. Değişen neydi, şifa buldu mu derseniz de emin değilim… Tedavi mi yetmedi, orası mı yanlıştı, her şey mi çok zordu bilinmez…

Yavaş yavaş ilaçlarını bıraktı, birkaç kalkışma sinyali daha… Aylar sonra gerek doktoru gerekse de ailenin isteğiyle yine hastane seçeneği geldi önümüze…

“Momy, n’olur hastane olmasın!” “İstemiyorum artık hastaneyi!” Bunlar en çok aklımda dönen sözcükleri… İkna görevi bana, manevi annesine kalmıştı. Ailesi çözümsüzdü, hepimiz birbirimizden umutsuz… Kırmadı, yine yatmıştı kuzucuğum…

İlki 13, ikincisi 10 gün olan o günlerinde neler yaşadı bilemiyorum. Israrlı direncine sebep neydi, o kısmı da siyah bölge…

“Sosyal mesafeyi korurken”; itildiğimiz kimsesizliklerde, çevremizde neler olmakta, kimler ayakta, kimlerin direnci kırılma noktasında? Bilmeye, öğrenmeye vaktimiz var mı kaldığımız yüklerin altında? Bilsek de çözüm üretme şansımız ne kadar?

Dün bitişe doğru kim yürüdü, yarın hangimiz koparacak hayatla bağlarını biliyor muyuz? Ben bilmiyormuşum! Sizlerin de bilmediği çok şey vardır eminim ki…

Çok yakın zamanda, bir arkadaşım daha köprüleri yakma noktasına gelmiş, habersizdim… Nasıl haberimiz olsundu; gömüldüğümüz naçarlıktan, itildiğimiz kimsesizlikten, bi’başınalıktan?

Kimse kimseye derdini de açamıyor artık; dokunduğundan bin ah yükselmekte… Herkes herkesin yalnızlığını, mutsuzluğunu görüyor da belki, elden gelen ne çare?

Burada bir başka kahraman ile daha tanıştırmak isterim sizleri. Adı Ebru. Arkadaşım, son yıllarım da edindiğim yakın çevremin içindeki arkadaşlarımdan. Direngeç bir kadın! Haksızlığa ses yükselten, herkesin sesi de olan. Onun sesi pek duyulmamış ama. Bizim seslerimizi duyan yok ya, o da başka gerçeklik…

Ebru’nun hikayesini, kendi kaleminden dinleyin istiyorum. Demiştim ya; sıradaki kim bilemeyiz. İşte, o noktadan dönenlerden birisi, yine bir arkadaşım… Aylar sonra, hikayesini okurken öğrendim. Şaşkınım! En çok da öfkeliyim! Bildiğim tek şey var; en güçlülerimizin ruhları daha kırılgan, çokça da örselenmiş olduğu…

Kendi arzusu ile yattığı hastane sürecini, oradaki deneyimlerini kaleme almış Ebru. Okuması zor, hatta kimilerimiz için tetikleyici de olabilir! Yine de okumak isteyenler için linkini şöyle bırakıyorum.

Ebru’nun deneyimini okuduğunuzda, belki kızımın sözlerinin, neden beynimde yeniden dolaştığına dair fikirleriniz oluşacaktır… 

Bırakın, mesafeleri onlar kendi karanlık dünyaları arasına koysunlar! Çetrefilli ilişkileriyle sosyal mesafelensinler… Halkın, ezilen bizlerin, birbirimize sıkıca kenetlenmekten başkaca çaremiz yok…

Fiziki mesafeyi korur iken; çevremize, insanlığa gözlerimizi kapatmayalım, yüreklerimize dokunmaktan korkmayalım… Seslere, kalbimize kulak tıkamayalım…  

Ördükleri duvarların altından kalkmanın yolu; örseledikleri, yok saydıklarının omuzdaşlığından geçiyor… Hadi, uzat elini, bırak onlar mesafelenedursunlar…  

Bir Cevap Yazın