İYİ Kİ DEDİĞİMİZ ÖĞRETMENLER

Yeni bir yaş almaya hazırlandığım bu günlerde çocukluğuma döndüm nedense. Yine Kütahya günleri, yıllardan 1971. Babacığım Valilik Özel Kalemliği’ne bağlı Beden Terbiyesi bölümünde memur. O yıllarda ilde çok sayıda sanatsal ve sporsal faaliyetler olurdu. İkinci ligden birinci lige çıkma mücadelesi veren Kütahyaspor’un hemen hiçbir maçını kaçırmaz, stadda hep destek olurduk ailecek. Siz zannetmeyin son zamanlarda kadınlara pozitif ayrımcılık yapılarak alınan stadlara biz 50 yıl evvel çoluk çocuk gider, centilmence yapılan maçları küfürsüz bir şekilde izlerdik.

Kütahya’da pek çok etkinlik, konser yazın açık sahada, kışınsa kapalı salonda gerçekleşirdi. Bir müzik kurumunca yapılan ses yarışması Kütahya kapalı spor salonunda yapılacaktı. Babacığım ailecek hepimizi alıp götürdü o akşam. Çok keyifliydik. Öyle güzel şarkılar dinledik ki şahane seslerden. Yarışmada kimler kimler yoktu ki… Edip Akbayram, Ömer Aysan, Bora Ayanoğlu o günden aklımda kalanlar. Neden derseniz eğer yarışmanın sonunda ilk üç isim onlar olmuştu. Ha bir de yarışmanın sonucu halk jürisinin oylarıyla belirlendiği için hiçbir polemik yapılmamıştı yarışmanın bitişinde o iyiydi bu kötüydü gibi.

O jüride kimler vardı bilmiyorum ama onlardan biri de bendim naçizane. Sanırım 12 yaşındaki bir ergenin de fikrini almak istedi düzenleme komitesi, aralarından da beni seçtiler niyeyse. Yarışmayı açık ara Edip Akbayram kazandı tabii ki. Ve o günlerden bugünlere asla değişmedi çizgisi. Hala zirvede, hala severek dinleriz. Edip Akbayram üzerindeki kaftanı, gencecik yaşı, aksayan tek ayağıyla sahnede öyle bir devleşmişti ki o gece benim oyum da çoğunluk gibi ondan yanaydı.

Kütahya’da yaşadığım 20 yıl boyunca çok neşeli, keyifli, aynı zamanda kederli günler geçirmenin yanında bizi ekstra 5 yıl donatan ilkokul öğretmenim Macit Karaaydın’ın emeğini asla es geçemem. Bizim öğretim dönemimizde gerçekten idealist, insanı seven, köy okullarından yetişmiş ve bu konuda çok iyi eğitim almış öğretmenlerin tedrisatından geçmiş eğitimciler vardı. Asla sınıfta zengin-fakir ayrımı yapmaz, her etkinlikte eşit mesafede görev dağılımı yaparlardı. İşte bu davranışlar biz yeni yetişen neslin özgüveninin gelişmesine, bilgi birikiminin çokluğuna, her fırsatta kendini geliştirmeye açık bireyler olmamızın önünü açmıştır.

Anadolu’da yaşayan, orada eğitim alan herkes metropollerde okuyan öğrencilere göre çok daha şanslıdır. Küçük yerlerin şöyle bir avantajı vardır: Herkes iyi kötü birbirini tanır. Suç ve şiddet yok denecek kadar azdır. Ya da o yıllarda öyleydi. Ergenliğimizin sonu, ilk gençlik yıllarımın başı maalesef pek keyifli geçmedi. 1975 ve sonrasında yaşanan kaosu tekrar dile getirmeye gerek yok. Çoğumuz yaşadık kıyısından köşesinden.

Ben iyilerin var olduğuna hep inanırım. Belki şans belki tesadüf yıllar sonra İstanbul’da eğitim alan oğlum ve kızım da benim gibi şanslıydılar bu konuda. Hele kızımın öğretmeni Sabahat Yılmaz Hanım bana kendi okuduğum yılları yaşattı tekrar. Her öğrencisiyle ayrı ayrı ilgilenen, hiçbirini diğerinden ayırmadan eğiten, çocukların sosyo-ekonomik durumlarını ev ziyaretleriyle yerinde tespit edip gerekli girişimleri yapan, o günlerden bugünlere bizlerle ilişkisini koparmadan devam ettiren dünyalar tatlısı kadın… İyi ki diyorum… İyi ki var olmuş bizim hayatımızda.

Bu konuda hep şanslı olduğumu düşünüyorum. Zira 1999 depreminin yaşattığı travmalarla okula giden bir grup çocukla eğitim-öğretim çok kolay olmasa gerek. Yetiştirdiği çocuklar firesiz çok iyi yerlerden mezun oldular.

Sözün özü… Hep derim ya dostlar, kötülerin çok daha fazla olduğu dünyada iyilere denk gelin ki yüzünüz her daim gülsün.

Bir Cevap Yazın