Gezi’nin Muhteşem Muzip Kadını: Mücella Yapıcı

Bundan yedi yıl önce Taksim Meydanı’nda bulunan Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmemesi için başladı Gezi Parkı direnişi…

Ardından bir gece yarısı polisin önce parkta kalan birkaç gencin çadırlarını yakmasıyla Türkiye’nin yakın tarihine geçen eylemlerinin fitili ateşlendi. Yediden yetmiş yediye hemen herkesin katıldığı, esprili sloganlarıyla hafızalara kazınan Gezi Parkı eylemlerinin simge isimlerinden biri oldu Mimar Mücella Yapıcı.

Gezi Parkı eylemleri iki kez dava konusu oldu. İlkinden beraat alan Mücella Yapıcı yeniden mahkeme karşısına geçtiğinde savunmasını şu sözlerle yapacaktı: “Çok vaktinizi almayayım, aceleniz var. Önceki savunmamı tekrarlıyorum.” Savunmasında “göz nurları” diyerek Gezi Parkı eylemleri sırasında hayatını kaybeden sekiz ismi andı.

Yapıcı, duruşmalar boyunca esprili üslubuyla salonda çokça gülüşmelere neden oldu. Son duruşmasında da “son sözü” için kürsüye çağıran hâkim sesini yükselttiği için “Ama bana öyle bağırmayın. Korkarım. Şiddete alışık değilim” dedi ve bunun yanıtı herkesle birlikte hâkimi de gülümsetti.

Fazlasıyla gergin geçen bir duruşma sonrasında alınan beraat kararları ve alkışlar… Toplamda altı celsesi görülen Gezi Davası’nın son iki duruşması öncekilerden farklı olarak gergin geçmişti. Tüm bu süreci ve başa da dönerek kendi ifadesiyle Gezi Direnişi’ni Mücella Yapıcı’yla konuştuk.

Mahkemede, dinamizmin yerini yorgunluğa bırakmış ruh halini Mücella Yapıcı şu sözleriyle açıklıyor: “İyi bir kriz yöneticisiyimdir. Herkes gerilirken, ben hep sakin kalan ve toparlayan olurum. Ama o kriz geçtikten sonra çok kötü oluyorum işte… Dayak yemiş gibiyim.”

Telefonu tebrik için durmadan çalıyor, bir yandan çok yorgun ama tüm sorulara açık yüreklilikle verdiği yanıtları için buyurun:

Öncelikle geçmiş olsun… Oldukça gergin bir duruşmaydı ve beraat ve tahliye yönünde karar çıkması herkes için sürpriz oldu. Avukatlarınızdan birinin ve izleyicilerin dışarı atılmaya karar verildiği, bunun hemen ardından bu kararların geri çekilip avukatlarınızın taleplerini reddeden hâkimin bu kararını nasıl yorumluyorsunuz? Gezi davası son duruşmasıyla birlikte sizin için nasıl geçti?

İddianamenin hazırlandığını gazetelerden okuduk. Doğrusu çok şaşırdım. Ben Gezi sürecinde Taksim Dayanışması’nın sekreterliğini yaptığım için “suç örgütü kurucusu” ve “suç örgütü yöneticisi” olmaktan yargılandım. 2013’te gözaltına alındım, yargılandım ve beraat ettim. Beraatım kesinleşti. O dönem hukuksuz dinlemelerle oluşturulmuş bir iddianameydi. Zaten o iddianameyi oluşturan savcılar da şu anda FETÖ örgütünden soruşturma geçirdiler, sanıyorum cezaevindeler. Sonrasında da aynı iddianame, aynı deliller… 2016’da Murat Papuç isimli bir şahsın polise giderek inanılmaz bir kurguyla Gezi’yi tekrar anlatması; ben, Osman Kavala ve Can Atalay’ın Gezi’nin finansörü olduğumuzu söylemesiyle biz de bu şeyin içine girdik. Ben ve oradaki bütün insanlar için bu iddianame başından beri kabul edilmemesi gereken bir belgeydi. Sonuncuyla birlikte 6 duruşma oldu. Her bir duruşma son derece hukuksuz ve usulsüzdü.

Öncelikle Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu’nun beraatlarını talep eden hâkim değiştirildi. Sonra savcı değiştirildi. Sonra yine hâkim değiştirildi. Savunmalar yapılamadı. İşin en hukuksuz tarafı da, her şeyi unuttuk o yüzden tekrar anmak istiyorum; sonradan soyadını Eren olarak değiştirdiğini öğrendiğimiz Murat Papuç isimli şahıs iddianamenin hazırlanmasına neden olan tek tanık. Bu tanık avukatların da bizlerin de olmadığı gizli iki celsede dinlendi. O celseye dair de ne bir görüntü kaydı ne başka bir şey elimize geçmedi. Bunun üzerine avukatlar itiraz ettiler.

Bütün bu süreçte sizi en çok yaralayan bu mu oldu?

Evet. Buydu. Çünkü şöyle bir şey var; Can Atalay, Tayfun Kahraman ve ben bir şekilde iliştirildik. Osman Kavala’yı suçlayabilmek için hem de Gezi’den suç ve suçlu çıkarabilmek için yapıldı bu. Sanki dış güçlerin, fonlarla yapılan bir organizasyonu gibi gösterilmeye çalışılan bir davaydı. Davanın ilk aşamalarında içerideki Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu’nun haklarını korumak için kendi ifadelerimizi hep beklettik. En sonunda sevgili Fikret İlkiz hatırlattı; Gezi’den, Taksim Dayanışması’ndan gelen insanlar hiçbir zaman yaptıklarımızı inkâr etmedik ki tanığa ne gerek vardı. Bize sorun biz anlatalım. Ama devletin bizlerle, Osman Kavala’nın, hâlâ benim bilemediğim bir meselesi var anlaşılan.

Sizinle, Gezi’yle değil Osman Kavala’yla mı?

Tam bir taşla iki kuş ve belki de beş kuş. Şöyle düşünün; Gezi’nin üzerinden yedi sene geçti. Gezi’de yedi, sekiz yaşında olan çocuklar şimdi büyüdüler ve onların hafızasında olan gerçek Gezi’yi değil de farklı bir Gezi’yi yerleştirmek gerekir ki bu tür yüz akı olaylar hafızadan silinsin. Aslında çok ciddi bir hafıza temizleme olarak da kullanmak istediler. Mesele baştan buydu. Gezi hafızasını ortadan tamamen kaldırmak, onun yerine dış güçlerin tertiplediği, bir takım fonlarla oluşturulmuş, örgütleyicisi olan, hiyerarşisi olan bir kalkışmaymış gibi gösterilmeye çalışıldı. Bu bir algı yönetimiydi. Bu arada da 16 ay sonra tutukladıkları Osman Kavala’ya bir iddianame uydurmuş oldular.

Peki, Gezi olayları polisin çadırı yakmasıyla başlamış ve polis şiddeti ve Gezi Davası’nda dilenmiş polisin de tamamı FETÖ ile irtibatlı olduğu ortaya çıktı. Beraat kararının hemen ardından Cumhurbaşkanı da “Bir manevra ile beraat ettirmeye çalıştırlar” dedi. Yine devlet içindeki bir takım çatışmalara işaret etti. Siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Eylem’ciğim Gezi olayları demiyorum ben, direniş diyorum. Gezi bir direnişti hem de ciddi anlamda bir kent mücadelesiydi. Kanal İstanbul, 3. Köprü, 3 Havalimanı gibi mega projeler hiç ortada yoktu. Taksim’i yayalaştırma projesi kapsamında Gezi Parkı’na Topçu Kışlası inşası gündeme geldi. O noktada biz mimarlar ve şehir planlamacıları olarak kentin sahiplerinin hatta bütün Türkiye’nin söz sahibi olduğuna inandık ve bir dayanışma kuruldu. O dayanışmaya Kadir Topbaş’ı bile çağırdık. Yani ilk olarak plana itirazla başladı. Şimdi Kanal İstanbul’a itiraz edilmesi gibi o zaman da biz Büyükşehir Belediyesi’ne gidip itiraz dilekçelerimizi verdik. İlk polis şiddetiyle de bu itiraz dilekçelerimizi verirken karşılaştık. Kurul projenin araştırılmasını reddetti, Sayın Tayyip Erdoğan da kurulun işine karışarak bu reddi reddediyorum demişti. Sonra yüksek kurula gitti, o kuruldan geçti. Davalar açıldı, davalar kazandık. Fakat pek de bilinmez bu tarih; 27’sinde gece vakti bir dozerle geldiler. Herkes parktaydı. Duyarlılık çok fazlaydı, çünkü biz bir sene boyunca ıslak imza topladık, Gezi Parkı’nda nöbet tuttuk. Dozer durduruldu. Divan Oteli’nin oradan yolu 6 metre açmaya çalışıyorlardı. Bu projede de yoktu. Tamamen ruhsatsızdı.

Mesele şu; bu proje ortaya çıktığında mimarlar, şehir planlamacıları dedi ki, buraya yer altı geçişlerini sokamazsınız. Dönüş alanları kurtarmıyordu. Cumhuriyet caddesindeki 300 tane çınar ağacını kestiler o saçma sapan alt geçidi yapmak için. Sonunda bakıldı ki yaya geçidi yok. Sonra 6 metre parktan alırız diye düşündüler. Hukuksuzluk üzerine hukuksuzluktu. Sonrasında yaşananların tek sebebi o amansız ve orantısız polis şiddetiydi. Gezi’nin bütün Türkiye’ye yayılmasının nedeni bu şiddettir. Bu kadar haklı, doğru ve demokratik bir talep doğrultusunda polis kaçak iş yapanları korudu. Bu polisler FETÖ’cü müydü, nedir ben bilemem. Biz siyasi, bunlarla ilgilenen insanlar değiliz ki. Bu polisler polisti. Birileri de onlara emir vermişti. Onlar da kendileri gelip gaz sıkmadı. O polislerin içinden bu kadar ağır gaz nedeniyle maskesini bırakıp kaçanı da biliyorum. Onlar da görüyordu haksızlığı…

Sizinle de simgeleşmiş bir süreçti… Bir kadın olarak devletin bu şiddetiyle ve yakın tarihinin en önemli olayı ve davasıyla simgeleşmek size ne hissettiriyor? Bir de bu açıdan yorumlarsanız ne dersiniz?

Kendi üzerime alınmıyorum. Feminist bir kadınım ve kendi mesleğimi de ona göre yapıyorum. Kentlerin erkek egemen inşasında en çok ezilenler aslında kadınlardır; kadınlar, çocuklar ve yaşlılardır. Kadınlar özelikle kentlerin zulmüne çok uğrarlar. Çocukluğum belki Anadolu’da geçti ama ortaokuldan sonra İstanbul’a geldim ve teknik üniversite taş kışlada okudum. Beyoğlu, Taksim’in her aşamasına şahit oldum ve Tarlabaşı, Emek, Saray Sineması mesleki olarak uğraştığım alanlardır. Çünkü kentle uğraşan bir mimarım.

Kadınlar için; 8 Mart, gece yürüyüşleri hatta LGBTİ bireyler için farklı bir simgesel alan. Kadın özgürleşmesinde, kadınların gece rahat kullanabildikleri alan olmuştur. Onun için kadın hareketi de Gezi’de çok önemli şeyler yaptı. Mesela, bütün cinsiyetçi küfürleri mor boyalarla sildiler. Çarşı gurubu bile artık maçlarda küfür etmiyordu. Gezi bir okuldur. Kadınlar zaten hayatı yaratandır, onun için bu direnişte çok önemli rolleri var.

İşte bir de bir kadınla simgelendi; sizinle…

Şöyle, zaten Gezi’nin sözcüsüydüm.  Taksim Dayanışması’nın sekreteriydim. Kadın olarak da olan biteni içimde hisseden bir kadındım. Bana gözaltına alınırken yapılan işkenceler, çıplak aramalar… Bu çıplak aramayı dillendirmiş olmam… O zamana kadar çıplak arama bu kadar açık dillendirilmiyordu. O dönem benim yaşımdaki kadının bunu dillendirmesi, belki bu noktada o kadınlık halleri, kadının mücadele ederken ki davranışı, şiddete karşı oluşu… Aslında Gezi direnişini ben çok kadın buluyorum.

Bunda ne kadar payınız olduğunu düşünüyorsunuz?

Buradaki pay herkesin. Keşke olsa… Benim herkes kadar payım var. Bazı zamanlarda bazı insanlara hayat görevler veriyor. Bu görevleri içtenlikle yapmak var; aydın, kadın, mesleki ilkeler ve insan olmanın gereği olarak başka türlü yapamazdım. Bugün adını bilinmeyen ama bunun çok büyük acısını çekmiş bir sürü insan var, bir sürü kadın var. Mesela bir tanesiyle daha yeni mahkemede karşılaştım. Çok kötü bir şekilde aksıyordu. Sordum. Gezi’de atılan bir gaz fişeğinden dolayı ayağı sakat kalmış. Hiç ortaya çıkmamış bir arkadaşımız. Ve tabi canlarını kaybeden çocuklarımız var… Hakikaten söz bana düştü. Bu benim için bir onurdur. Aynı zamanda bir şanstır. Gezi direnişi de kadındır. Çünkü yaratıcıdır. Derleyici, toplayıcıdır. Şiddete kesinlikle karşıdır. Naziktir. Gezi, hayvanlara da sahip çıktı. Hiç sözünü etmiyoruz. Kendime de kızıyorum. Yüzlerce kedi, köpek, kuş hayatını kaybetti; sakatlandı.

Mimariyle propaganda arasındaki bağı kimse fark etmezken siz kamuoyunu bu konuda bilinçlendiren bir isim de oldunuz. Propaganda ve mimari arasındaki ilişki hakkında bize ne söylemek istersiniz?

Roma’dan beri formal mimarlık mesleği iktidarlara hep hizmet eden bir meslek olmuştur. Tarihe bakın hep imparatorların emirleriyle bir şeyler inşa edilmiştir. Şimdi başka bir mimari felaket var. Mesela, Taksim’e yapılması planlanan Topçu Kışlası sadece bir bina olmaktan öte bir şey ifade ediyordu. 31 Mart vakasının yaşandığı bir kışla. Simgesel bir şeydi. Cumhuriyet’e karşı bir bina inşası. Atatürk Kültür Merkezi, Cumhuriyet’in inşa ettiği ilk opera binasıydı. Hiç dış kaynak almadan kendi mimarlarıyla yapılmış bir binaydı. Olağanüstü modern mimarı eserdi.

1980’den beri Taksim’e hep cami inşa edilmeye çalışıldı. İhtiyaçtan değil. Çünkü Beyoğlu azınlıkların olduğu bir bölgeydi ve Müslüman bir ülkeyiz, orada cami olması gerekir denildi. Çok önemli arkeolojik bir alanı yok ederek cami yaptılar. Cami, AKM’yle aynı izaya geldiğinde AKM yıkılmaya, cami yükselmeye başlandı. Bırakın simgeyi, inşaat süreci bile bir ideolojik işarettir. Gökdelenler de öyledir. İkiz Küleler de kapitalizmin simgesiydi. Fakat bugün en çok adalet sarayları bana ağır geliyor.

Neden?

Korkunç. Büyük holler, abartılı büyüklükler ama küçücük duruşma salonları. Bazı yerlerde tuvaletler kadar duruşma salonları var. Havasız, seyircinin bir türlü alınamadığı mekânlar. İnanılmaz bir mekân israfı ama adaletin tecelli edeceğini düşündüğümüz duruşma salonlarına sığmanız mümkün değil. Hele ki Silivri’de Osman Kavala’nın yer altından girip, yer altından çıkarıldığı o kocaman mekan var ya, işte o çok başarılı bir baskı mimaridir. Nazi dönemi mimarisidir. Faşist mimarinin bir örneğidir Silivri. Seyirciler en arkada, basın en arkada; avukatlar görünmüyor bile ama hâkim en yüksekte. Hakime bakmak için boynun arıyor. Kendini üçücük hissediyorsunuz. Bir de en sonunda seni jandarma alıyor ve yer altına girip, kayboluyorsun. Soykırım anıtı böyledir. Onun için genç meslektaşlarımın bir başka mimarinin daha olduğunun farkına varmaları gerekir.

Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasına tekrar dönmek istiyorum. “Sonradan kalkışmaya dönüştü” diyor. Galiba sizin buraya kadar anlattıklarınıza bir itirazı yok ki hep “sonradan” diye bir ifade kullanıyor. Bir gece Beşiktaş’ta Başbakanlık Ofisi’nin basılmasını amaçlayan bir olay yaşanmıştı? Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz? Orada mıydınız? Oraya giden kitleyi durdurabilmek için bir şeyler yaptınız mı ya da yapıldı mı?

Hayır, mümkün değil.

O gece tam olarak ne oldu? Olaylar nasıl bu hale geldi?

Her şey kendiliğinden gelişti. Bunu nasıl öğrendim; bizim davada bir mağdur var. Ona kepçeci diyorum. (Gülüyor) Davaya geldi dedi ki; “Mücella Hanım siz çok haklısınız ama ben sizden davacıyım.” Niye, ben sana ne yaptım diye sordum. (gülüyor)”Siz benim kepçemi Dolmabahçe’den aldınız, götürdünüz şeye bıraktınız” dedi. Sağlam yere bırakılmış dedim. (gülüyor)Almadın mı kepçeni?  Meğerse sigortadan parasını filan almış ama terör suçu olduğu için sigorta az para ödemiş. Bu bence çok komikti. Beni gördün mü diyorum, “yok” diyor. Davadaki arkadaşları gördün mü diyorum; “yok.” Kepçene zarar verildi mi; “yok.” Bütün bunların üstüne “Siz haklısınız ama yine de ben mağdurum” dedi. (Gülüyor)Sonra sanırım bir daha gelmedi, o da çekti şikâyetini. Çok ilginçti. Berkin’in babasıyla tartışmaları çok kötüydü; “Sen bana çocuğumu ver, ben sana beş tane kepçe alayım.”

Peki, Cumhurbaşkanı’nın “kalkışma” olarak yorumladığı o geceyi nasıl yorumluyorsunuz? Sizce de öyle miydi?

Bilemiyorum. Yoktum. Daha doğrusu ben Taksim’deydim. Şakacı bir arkadaşın işiydi galiba. Bir de ‘poma’ koymuş adını. Gülmüştük. Bilemiyorum. Herkesin Gezi’si kendineydi. O da öyle bir şeydi galiba. Bir tanesi de durdu. O bile suç oldu. Kim ona emir vermiş. Gitti meydanda sadece durdu. Dünyanın en uzun durmasıydı. Biri de gitti piyano çaldı. Bu arkadaş da kimse –ne gördük, ne biliriz- Dolmabahçe Stadı’ndan kepçeyi götürmüş. Ama kimseye de bir zarar vermedi.

O gece Kadıköy’den de yürüyüşe geçenler olmuştu. Köprüye yürüyenler, Taksim’den aşağıya inenler oldu…

Diyorum ya, oradaki herkesin eylem biçimi kendisinedir, kendi Gezi’sidir.

Osman Kavala’yı o zaman görmüşlüğünüz, oradan bir tanışıklığınız var mı?

Çok samimi söylüyorum; kesinlikle görmedim. Osman Kavala’yı tanırım. Hepimizin tanıdığı gibi tanırım. Ayrıca 1999 depreminde de deprem sonrası iyileştirmeler konusunda büyük yardımı olmuştur. Esas olarak deprem zamanı görüşmemiz olmuştur. Bir de, bir dernekle birlikte Afyon’da çocuklara ilk defa koğuş değil oda sistemiyle devletle birlikte bir yurt yaptık. Bu iş sırasında eşim vefat etti. Ondan sonra Mimarlar Odası’na geçtim. Sonra gerçekten Osman Kavala’yla yolumuz hiç kesişmedi. Ta ki aynı davada yargılanana kadar… Hele oradaki Yiğit Aksakoğlunu, Yiğit Ekmekçi’yi, Hakan Altınay’ı hiçbirini tanımam, orada tanıştım. Can Atalay’ı tanırım. Mimarlar Odası’nın avukatıydı. Onunla 100 kez telefonla konuştuğumuzu iddianameye yazmışlar. Az konuşmuşuz diyorum. (Gülüyor) O avukatı, ben sekreteri nasıl konuşmayalım…  Bir de yine iddianamede benim Mimarlar Odası çevresinde çok görüldüğüm vardı. (gülüyor)

Osman Kavala’nın da gençlere poğaça alması konmuş…

(Gülüyor)Hepimiz aldık. Kızıyorum hatta az almış. Ayıp değil mi 100 poğaça, iki masa almış. İnsanlar evlerinde yaptı zeytinyağlı dolmalar, börekler yaptı, getirdi. O zaman herkes finansördü. Parası olmayanlar için sigara kutusu vardı. Parası olan alıp koyardı oraya. Parası olmayan da oradan alır, içerdi. Para yoktu Gezi’de. Bakın bu çok nettir. Para yoktu. O kadar bira içen çocuk kandilde bira içmedi. Yüz akıdır bu. Gezi’yi yaşamak gururdur, keyiftir.

Bu süre içerisinde Mücella Yapıcı’da önce ve sonra diyebileceğimiz bir değişim oldu mu?

Yaşlandım. (Gülüyor)

Savunmanızı yaparken hiç de yaşlı değildiniz…

(Gülüyor)Yedi yıl önceki Mücella ile şimdiki Mücella arasında Gezi’den gelen tabi ki değişmeler var. Ben annemin, anneannemin gençliklerini hiç sıkılmadan dinleyerek büyüdüm. Ancak şimdi çocuklarımızla biz oturup da bir akşam vakti onların problemleri ya da bizim geçmişiz hikâyelerimizi anlatamaz olduk. Çocuklarımızla hiç arkadaş olamadık. Teknoloji geliştikçe geleneksel aile rollerine çok döndük. Gezi bunu yıktı. Yaşlılarla gençler arasındaki görülmez duvarı yıktı. Birlikte bir şeyler yapılabileceğini öğretti. Biz yaşlılar gençlerin o müthiş mizahına, enerjisine hayran olduk. Çünkü bizim zamanımızın o sert, o asık suratları dışında başka bir şey gördük.

“Yasak ne ayol” geliyor aklıma…

Evet. Kahrolsun bağzı şeyler… Polis kardeş gözlerimizi yaşarttın (gülüyor)Bunlar bizi çözdü. Gençler de baktı ki bu yaşlılar da fena değilmiş. Bunlarda iş bitmemiş dediler. (Gülüyor) Bir de İstanbul’un göbeğinde yaşanan bu şiddet onlara kim bilir ülkenin en uzağında insanlara neler yaptılar sorusunu sordurdu. Onun için ben de Gezi’den çok şey öğrendim.

Son dediğiniz akla Kürtleri ve Ermeni soykırımını getiriyor… Gezi’de Ermeni mezarlığının olması…

Bunlar, bütün uzaklar, bütün uzakları birbirine yakınlaştıran ve farklılıkları bir arada yaşamsal bir talep için bir araya getiren şeydi Gezi. Bir toplumsal sözleşmeydi belki de. Bu çok önemli. İnanın gelecek güzel günler için çok önemli bir ateşleyici olacak.

Umutlusunuz.

Tabii ki.

Bugün Türkiye’nin çok fazla kutuplaştığından söz ediliyor. Sizce de söz konusu mu?

Dünya tarihinde insan haklarının gelişiminin her birinde uzun mücadeleler var. Magna Carta nasıl çıkmış? Dünya tersine gelişmez. Tarih de tekerrür filanda değildir. Somut koşulların somut çözümleri olur. Bir takım çalkanmalar olur. Kapitalizm kendisine farklı yöntemler buluyor. Neolibaralizm dendi, yönetişim dendi o da yürümedi. Yürüyemez çünkü. Kapitalizm eşiğine gelmiştir çünkü. Dünya yok oluyor. İklim krizi dediğimiz şeye baktığınızda nedeni budur. Artık bir de Greta çıktı mesela. Sonuçta artık daha evrensel Gezi’lere doğru gidiliyor. Dünya topyekûn aydınlanacak. Çok uzak da görmüyorum.

Dünyada sağın bu kadar yüksek olduğu, popülizmin bu kadar yaygın olduğu bir zamanda bu dediğiniz pek inandırıcı gelmiyor doğrusu…

Derler ya güneşin doğuşu sabahın en karanlık olduğu noktada başlar. Öyledir. Çok eminim… Kapitalizm sıkıştığı için dünyanın her yerinde faşist, baskıcı yöntemlere başvuruyor. Bu da sonlarının çok yakın olduğuna da aynı zamanda işaret eder.

Peki; son olarak siz yeniden tutuklanacağınıza dönük bir endişe taşıyor musunuz?

Kendi adıma bir endişem yok. Beş kere daha yargılansam beş kere daha ilk savunmamı yapacağım. Mesele, Türkiye’deki hukuk sistemidir. Adalet duygusunun halkta kaybolması demek ilk çağlara dönmek demektir. Herkesin kendi adaletini kendisinin sağlamaya çalıştığı döneme gider. Kadın cinayetlerinin artması, insanların bu kadar intihar etmesi, bütün bunların artışının nedenine bakarsanız adalete güven yokluğunu en başta göreceksiniz. Eğer herkes kendimi ve ailemi nasıl koruyabilirim diye düşünüyorsa ki eminim düşünüyordur, bir yandan aşırı silahlanma, bir yandan polis gücünün yaygınlaştırılası ve korkarak izlediğimiz bekçilerle sokaklarda yaşananlar… Bütün bunlar toplumu çok kötü bir noktaya getirir. Eğer herkes kendi adaletini kendisi sağlamaya kalkarsa o zaman yandık… Bir de değer yargılarının aşınması, başarının parayla ölçülmesi, her türlü yalanın söylenmesi olağan sayılması, bu kadar gencin yurtdışına gitmeye mecbur bırakılması, bütün bunlar çok tehlikeli. Toplumun içe doğru patladığı anları yaşıyoruz. Bu intiharlar inanın kendi davamdan daha çok canımı sıktı, sıkıyor. Onun için toplum adalet duygusunun zedelenmesi bu topluma yapılacak en büyük ihanettir. Derhal düzeltilmesi gerekiyor.