GEZİ, FETİH VE RUHUNU YİTİREN İSTANBUL

Geçen hafta ve hafta sonum; çoktandır yolumun düşmediği Beyoğlu’nda geçti. Düştüğü zamanlarsa, genelde mevsim kış veyahut ruhum da başımı kaldırıp da çevreyi gözlemleyecek düzeyde değildi…
Gönülsüzlüğümsebepli, çoğunlukla transit geçtim; bir zamanlar olmaktan çok keyif aldığım Taksim’i. Ağır, yorucu, kasvetli gelmeye başladı, çoğunluğumuza da olduğu gibi.
Daha bir gri, soğuk, ruhsuz; artık kimsenin şehri de olmayan İstanbul’un kalbi; Beyoğlu, Taksim Meydanı. Telaşlı, mutsuz, hareket halinde ve fakat durup da yaşamaya mecali olmayan bizlere dönmüş; her sokağı, kaldırımı…
Geçen yılların, acının, mutsuzluğun izini silmek için; en ağır makyajı yapanda bir kadın artık; Taksim… Defoları, hüznü; bütün boyasına rağmen, kıymık parçası misali; ruhunu delmekte insanın…
Ne İzleri Ne De Anısı Kalmış
Her kuşatma, savaş, fetih; derin izlerini bırakır arkasında. Ölümleri, kanı, göz yaşlarını saymazsak; yıkık, izbe yapılar, belki ayakta kalmayı başarmış 3-5 bina.
Daha da olmadı; kimisi de restore etme adına alçıya, sıvaya, türlü çirkinliğe kurban edilerek, geçmişinden koparılır.
En olmadı; duvarları “anı” diye yanlarına alınır, kapı kolları kırılır ille de geçmişin izlerini silercesine; hoyratça yok edilir…
Ağaçların Selamını Getirdim
Her şey ama her şeye rağmen; yine de bir avuç toprağın, 50-100 ağacın; uğruna canlar verilen, kanlar akan Gezi Parkı’nın yerinde durduğunu bilmek; sanki eski dosta sarılır gibi, kendini parkın kollarına bırakma mutluluğu tarifsiz…
İnsanlığın ortak mirası, kurdun kuşun, pek tabii biz insanların biraz nefes molası olan yer, yerli yerinde. Bizden önce ve bırakırlarsa bizden sonra da olacağı gibi…
Kaçının aklında kalmıştır, üstünden geçen kaçı biliyor, o sahip oldukları ayrıcalığın kefaretini?
Ağaçların unutmadığı aşikar da misal 2 gün önce “yerli” olarak 5 liraya içtiğim kahveyi; parkın başka noktasında sarışınlığın avantajı, biraz da İngilizce bilmenin getirisiyle “turist” olunca 10 liraya içmemin acısını; acaba o seyyar satıcılar biliyor mudur, umursuyorlar mıdır?
Her Şey Satılık!
Molalanıp, yeterince anılarını da yâd edince geçmişin; vakit gitme vaktidir deyip, yola düşüyorum gene. Meydandan geçmeli, oradan da Elmadağ’dan ver elini Osmanbey yapayım dedim.
Renkli -renkli dedimse sakın gökkuşağı anlaşılmasın-, geometrik şekiller Taksim Meydanı’na gelişi güzel yerleştiriliyordu; tek anlayabildiğim Beyoğlu Belediyesi’nin logosuydu.
Sonradan öğrendim, “Beyoğlu Kültür Yolu” projesinin parçasıymış. Belki, benim kapasitemi aşıyordur anlamlandırabilmek… Neyse!
Biraz ileride müzik sesi duyup, az yavaşlıyorum. Halay ritimlerinin sonuna yetiştim, beklentim yükseldi haliyle. Devamında “Ölürüm Türkiye’m”e geçtiler hızlıca (grubun daim müşterisinden istekmiş), parçanın finaline doğru; “Mihriban”a bağlanınca, adımlarımı hızlandırıyorum… Birkaç dakikada fazlaca “kültürlendim…”
Ruhu Nereye Gömüldü?
Yol boyunca gördüğüm yerlisi yabancısı; hepimiz turistiz artık. Şehirde yaşayan, artan ülke ve şehrimin enflasyonuyla yaşamayı başarabilen kimsenin de kalmadığı, kalmayacağı..
Hayat da yolculuk sonuçta; kimi durağında bindiğimiz ve de inildiği; Taksim gibi…
Yolu buradan geçenlerin yüzlerinde mutsuzluk. Şehri, ülkeyi yönetenler; sanırsın parktaki seyyar esnaf… Kimimiz (halk katiyen değil) ucuza faydalanıyor şehrin nimetlerinden, bazılarımız da ezilen posalarıyla dışına itilmekte, tüm ödediklerimize rağmen…
Hayata gelmekte seçme şansım olamadı; kültürel yozlaşmayı, an be an ruhunun tahribini görmeyi reddediyorum. Ne kadar özlersem özleyeyim; Taksim çevresine, gitmemeye özen göstereceğim yine…
Gitmesem de dosttun varlığından hoşnutluk gibi, ağaçlarıyla, kuşuyla, çocuğuyla yerli yerinde; içinden insanlar ve hayat geçiyor ya parkımın; yine de değmeyin keyfime…
