BİR SATIR YAZI BİR GEÇMİŞ

Selam canlarım. Bazen bir görüntü bazen bir satır yazı bazen uzun bir makale bizleri bugünlerden alıp yıllar öncesine, geçmişimize, geçmişte yaşadığımız olaylara götürür.
Kendisiyle Gezi Direnişi’nden sonra tanıştığım, benim manevi çocuklarımdan biri olarak gördüğüm canım kadın Ebru son dönemlerde yaşadığı, aslında sabit bir geliri, sosyal güvencesi olmayan herkesin yaşadığı zorlu bir süreç sonunda tahammül gücünü yitirerek intihara meyil ettiği için tedavi olmak üzere Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları’nda tedavi olmaya başladı. Tedavi merkezi olması gereken ama tedavi dışında her türlü eziyetin -bana göre işkencenin- uygulandığı hastanede geçirdiği 13 günde orada yaşadıkları ile daha fazla açmaza düşerek tedavisine dışarda devam etmek üzere merkezden ayrılmış. Daha sonra gözlemlerini, diğer hastalarla, bakıcılarla, doktorlarla olan diyaloğunu sosyal medya üzerinden paylaşmıştı. Geçen hafta birbirimizden habersiz dünya ve kendi telaşımıza düşmüş olan bizlerin de haberi oldu bu çözüm değil çözümsüzlük merkezinde yaşananlardan.
Bundan yaklaşık 40 yıl kadar evveldi. İlk çocuğuma hamileliğim sırasında farklı tedavilerden dolayı geçirdiğim evreler için eskiden PTT personelinin tedavi ve rehabilitesi için kurulmuş olan, daha sonra çok geniş kullanım alanı ve merkezi konumu nedeniyle vasfı ve ismi değiştirilen Fatih Sultan Mehmet Hastanesi’ni deneyimlemiş oldum. Bu hastanenin temel kuruluş amacı PTT personelinin yoğun iş stresinden kaynaklarının sorunlarının giderilmesiydi. Bu sorunların giderilmesi için hastanenin bahçesinde tarımsal faaliyetler, meyve bakımı ve pazarlanması gibi birçok modern rehabilite yöntemleri uygulanırdı. Aynı Erenköy’de olduğu gibi burada da pek çok değişiklik yaşandı. Rehabilite için kullanılan bahçe hastane kapasitesinin büyütülmesiyle taştan ek yapılara bıraktı kendini ve artık her şey ilaçla tedavi edilir oldu.

O yıllarda 20’li yaşlarını sürmekte olan çok duygulu ve hassas bir yapıya sahip ablacığım, duygu dünyasında yaşadığı bazı çalkantılar sonunda yaşadığımız 12 Eylül 1980 darbesinin de getirdiği psikoloji ile yaşamanın anlamsız olduğunu düşünerek intihara teşebbüs etmişti. Önce Kütahya SSK Hastanesi’nde tedavi altına alınıp ilk müdahalesi yapıldıktan sonra ailemizin İstanbul’da olması nedeniyle Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne sevk edilmişti. Bu merkez öyle her gün gidip kolaylıkla hastanızı görebileceğiniz, teselli ederek destek olabileceğiniz bir yer değil. Haftada bir gün, sanırım Cumartesi günü yalnızca bir saat görüşebileceğiniz, genelde bir personel eşliğinde görüşülen, pencereleri sıkı sıkı kapalı, yeme içme malzemeleri metal olan, asla kesici delici alet bulunmayan, çatal bıçak olmadığı için her şeyin kaşıkla tüketildiği, gri duvar rengiyle de sağlıklı insanların bile dengesini bozacak olan o ortamda ablacığım 40 güne yakın kaldı. Oysa aynı işlevi gören PTT hastanesinde her gün ziyaret serbestti ve süresi kısıtlı değildi. Zaten çok konuşmayan, kendi içine kapanık, sakin, romantik, aşırı duygusal ve hassas olan ablacığım hastaneden taburcu olduktan sonra o günlere dair benimle bile hiç konuşmadı. Ki biz tıpkı ikizler gibi her şeyi birlikte yapar, her duygumuzu, düşüncemizi birbirimize açar, ortak hareket ederdik.

Aslında insanı, doğayı, yaşamayı ve çocukları çok seven ablam farklı bir fiziksel sorunla boğuşuyormuş. Bizler bunun onda yarattığı travmaların farkına varamadık. 20’li yaşlarının başında menapoz denen kadının doğurganlığını bitiren döneme girmişti. Tıpta daha sonra olacak gelişmeleri de öngöremeyip evlenmemişti. “Çocuk doğurmayacaksam evliliğin ne anlamı var” derdi. Acaba benim evlenip hamile olmam mı tetiklemişti onun bu ruhsal travmasını bilmiyorum. Ama kendisinin aldığı bir kararla, oğlum 7 yaşına geldiğinde o da Kütahya’dan İstanbul’a geldi temelli. Kız kardeşimle abla-kardeş gibi büyüyen çocuğuma kendi evladı gibi bakıp maddi manevi kol kanat gerdiler teyzeleri…
93 yazında “Bizim çocuk doğurma niyetimiz yok, zaten olmuyor da… Bu iş sana düşer” diyerek beni dürtükleyip gaza getirdiler ve 1994 yılı 13 Temmuz günü ailemizin son bireyi Gökçe’yi kucağımıza aldık. Ben 35 yaşında doğum yapan, aşırı bencillik ve kıskançlıkla herkesten kıskandığım Gökçe’yi kimselerle paylaşamadım. Ama bu çok uzun sürmedi. Sanırım canım ablacığım da emzirme dışında bir çocuğu büyütmenin bütün sorumluluğunu taşıdı üzerinde. Kız kardeşim, annem, babam ve oğlum ile aradan geçen yıllar içinde ara ara melankolik, depresif ruh halleri yaşasa da kendince mutlu olmaya, bu dünyaya direnç göstermeye çalıştı ablacığım. Lakin 2006 yılı Kasım’ında konan rahim kanseri teşhisiyle yine bir açmaza girdik hepimiz.

Ablam önce tedaviyi reddetti. Onu ikna edip tedavi sürecine başladığımızda 4.evreye ulaşan illet, 2008 Eylül ayında onu bizden aldı götürdü. 52 yaşında, belki de yaşayacağı en verimli, en güzel dönemlerini göremeden sevenlerini, sevdiklerini acı içinde ardında bırakıp gitti…
Umarım gittiği yerde yaşamı boyunca aradığı huzuru bulmuştur. Bizim ona vermek istediğimiz ama onun ısrarla bizden uzak kalarak almak istemediği sevgiyi bulmuştur diyorum kendimle baş başa kalıp eski günleri düşündüğümde. Oysa biz her sıkıntıya rağmen çok güzel bir çocukluk geçirmiştik.

Bizler dünya üzerinde olduğumuz süreçte bazen çevremizde, özellikle yakın çevremizde olanı biteni gözden kaçırabiliyor, yaşanan içsel travmaların farkında olamayabiliyoruz. Bunun önüne geçmek çok kolay olmasa da eğer böyle bir çıkmaz sokağa girdiğimizin farkına vardıysak bunu paylaşalım. Güvendiğimiz birine anlatalım ve destek isteyelim. Sonunun felaket olduğunu bile bile o çıkmaz sokakta bir başına beklemeyelim. Elbette ki nihai çözüm bu olmayabilir ama bir ilk adım, bir önlem çok daha vahim sonuçları olacak pek çok sorunu çözebilir.
Ablacığım da bizimle veya güvendiği biriyle bunları daha net, daha açık konuşsaydı belki de o da şimdi aramızda olacaktı kim bilir. Bazen derdimize derman olacak dediğimiz kişiler, kurumlar daha fazla dert, travma sahibi olmamıza yol açabiliyor yazımın başında bahsettiğim gibi.

Önce kendimizi sevmeli, beden ve ruh sağlığımızı özenli bir şekilde korumalıyız ki çevremizdekilere, sevdiklerimize, sevenlerimize acı çektirmeyelim erken vedalar ile. Sevgili Ebru’dan yola çıkarak ablamın yaşadığı kısa hayata dair paylaşımda bulundum sizlere. Keşke demiyorum ama öyle bir sonu da olmasaydı dediğim çok olmuştur. İlim, bilim illa ki olmalı ama dünyayı sevgi, dostluk, güven kurtaracak bence.
