EKSİKLİĞİNDE 15.YIL

Geceden coştu gökyüzü: o da mı isyan eder, öylece boylu boyuna kaldırımda, adalete aç yatışına… Yüreğinin sıcağı da ısıtmaz mı mevsimi, yürekleri ah civanım? Barış’ı şakıyan sesini de mi duymadı sağır kulaklar, ah parihig?
Günler öncesinden çöker matemin, yürekler an be an yaklaşır Şişli’nin sokaklarına. Ne hayat eski hayat ne de artık yerinde Agos… Yokluğunun sızısı sardı, Osmanbey’in herkaldırımtaşına; taşlar daha bir soğuk daha da gri…
Günü yarılarken, yavaş yavaş dolduracağız meydanı telaşla, acele adımlarla… Sanki kocaman açmışsın da kollarını, çoktandır görmediğin dosta sarılmak; özlemini gidermek gibi…
Orada olmak; biraz da yüreğine dokunmak, sıcacık da halen… Uzan elime, düştüğün yerden kaldırayım, dost dostun sol yanına yatar; uzan elime… Her gelenin elleri sana doğru, hepimizin yüreği gücenik; içte güvercin tedirginliği her birimizde, kim bilir kaçımızı daha susturacaklar; kardeşlik türküleri söylerken?

Yüreğin, yüreğimizde atmakta… Uzansak üstüne; biraz alır mı, yattığın taşın ayazını? Sıra sıra dizilsek önüne kurşunun; bulur mu yine de seni, haince pusularda? Ölmek revadır elbet; namerdin elinden olmasa…
HEPİMİZ ERMENİYİZ!
Ayrı gayrımız yok bizim; kâh yürekler Alevi olur Sivas’ta, bir bakmışsın Afrika’da dâhil… Bütün kara parçaları yas evi, pusu da ölenin kimliği kimliğimiz… Bugün de Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni…
Kini durduracak, kanı kurutacak, çocuklar beklemeyecekse umarsızca ana baba yolu; ben Yahudi olmuşum, Kürt olmuşum, Türk olmuşum… niceleri de olurum çözecekse dinmeyen nefreti; her ırk, renk, dil, din kabulüm…
Yatarım her birinin yerine; gidilecek yer zati toprak değil mi? Doyacaksa toprak kana; aksın her yanımdan… Yeter ki insanca olsun ölüm!

DOYMADILAR, DOYMAYACAKLAR DA…
Ne azaldı nefretleri, dinmedi gitti öfkeleri, kan içtikçe susamaktalar ziyadesiyle kanımıza; her gün birimiz tahtasında öfkelerinin… Türlü türlü ölüm istemekteler, Azrail duysa utanır…
Acını ta yüreğinde hisseden bir kadın var, yeni arzuları onu alaşağı edebilmek; sövgünün, nefretin ucu bucağı hak getire, boy boy resimleri her yerde…
Kör göze parmak gibi; bazen Takvim’de fotoğrafları, kâh Akit’te başına da “Yeni” koymuşlar; mimlemenin, aymazlığın başkaca boyutuna nazire yapar gibi…

10. yılında, yokluğunda tanımış seni Fatma Yavuz. Ermeniliğin, bir adının ölüm de olduğunu hatmetmiş, bu topraklar da…
Bilirsin Hrant’ım, en iyi sen bilirsin; azınlıksan biraz da yürektedir ya ağız, hani kuşa barış desen de anlayacakları ölümdür; ötekiye kefendir ya beyinlerinde, kendilerinden başkaca renk düşmandırlar ya; şimdilerde de bu kadını istemekte, nefretin tanrıları…
Rövanşist bir düellonun ortasında kala kaldı; İstanbul’u yitirmenin hazımsızlığına kurbanlar seçtiler, tek tek herkese de giydirmekteler “terörist” gömleğini; sıradaki isim Yavuz… Fatma Hanım da bilmekte ki son olmayacağını…
Vay efendim neymiş; “Sen Müslüman kadınsın, başın örtülü, namazın da niyazındasın; nasıl Türk Ermeni’si dersin kendine”, yetmedi; “Ermenice öğrenmek ne demek, sana ne vazife?”
Sanırsın; boydan boya böldü ülkeyi kadın, bekanın kendisine dönüştü bir anda… Ana kentinde ne işi varmış, İstanbul’un Belediyesi kimlere kalmışmış?

İnançlılar da benzemiyorsa kendilerine; almasınlar nefes, onlardan başkaca “yemesin kimse devletin ekmeğini”; her şey onlara hak, bizler yaklaşamayız bile bırak kapılarına, görsek kafidir kapının mandalını…
Halimiz böyle mirim! Ne göçere ne ölüye ne de diriye rahat yok iyiden iyiye…Yeni değil ya, düzelir mi, bir gün huzur gelir mi, kimsenin de verecek cevabı yok…
Yaşamak denirse adına; yarı aç, tokluğu unutalı asır geçti, anmadan anmaya üç beş dost görüp; biraz da dağlarken yürekleri gidenlerin ardından, belki de ölümün kokusunu hissetmekteyiz ensemizde… İş ki biraz da yaşamış olsak…
