DOĞAYI ÖYLE BİR SEVELİM Kİ…

Yaklaşık bir aydır Balıkesir-Edremit’te yaşamaktayım. Güneyde, Güney Ege’de gördüğüm her şey burada da aynı. Edremit Kaz Dağları’nın eteklerinde şirin bir kasabayken, büyük şehirlerden aldığı göç ile neredeyse bir şehir oluşmuş burada. Önceden ilçe olan Akçay bile artık bir mahallesi Edremit’in. Genellikle yaz aylarında çoğalan nüfus artık hep aynı.

Yüz ölçümü çok fazla olmayan ilçenin sahil şeridi yıllar önce yapılaştığından yeni gelecek için arsa, arazi yaratmak tabii imar yasalarının arkasına sığınan belediyelere düşüyor. Siyasiler de buna büyük oranda destek veriyorlar hala. İlçenin çeperinde olan tarla, bağ, bahçe özellikle zeytinlikler imara açılıp çok katlı apartmanlarla doluyor. Bu talanın bir durup mola vereceği de yok gibi. Hangi yöne gidersen git bir şantiye havasında her yer.

Gözlemlediğim en acı olay ise zeytinliklerin hemen bitiminde başlayan Kaz Dağları’nın etekleri de tıraşlanarak hızla apartmanlaşıyor. Tepelerinde HES yapmak isteyen, altın arama hevesiyle şirketler faaliyetlerini sürdürürken eteklerinde de sanki çok elzem bir ihtiyaç gibi konserve kutusu misali apartmanlar konuşlanıyor. Üstelik bu binaya yakın pek fazla yaşam alanı da yok. Onlarca, hatta yüzlerce çocuk sitelerin içine yerleştirilmiş birkaç oyuncakla yetiniyor maalesef.

Hani enflasyon var her şey ateş pahası deniyor ya buradan hiç de öyle gözükmüyor. İnsanlar hala ev almak için geliyorlar ve onların hanelerinde en az 2 taşıt var. Hani kıskanıyorum falan sanmayın. Helalinden kazanılan her kuruşun yatırıma dönüşmesinden yanayım ben de. Ama doğaya, çevreye saygılı şirketlerden alınması gerek bu evler diye düşünürken, yine de bu değirmenin suyu nereden diye sormadan edemiyorum ya neyse.

Coğrafyamızda öyle saçma şey oluyor ki bu çeşit sorunları dert bile etmiyoruz artık. Doğaymış… Çevreymiş… İnsan cinsinden başka canlı yokmuşçasına yaptığımız katliamların ardı arkası kesilmeyecek. Bu kıyımın sonu gelmeyecek ne yazık ki… Bu talanın öyle herhangi bir parti ile de sınırlı siyasi bir suçlusu yok.

Rant uğruna hangi partiden olursa olsun göz yuman, hatta çoğu müteahhitle hayali ortaklıklar kuran yerel yöneticilerin aç gözlülüğüdür işleri buraya getiren. Ki bu uzun yıllardır böyle maalesef. Onca canlının evi olan ormanlara zarar verenlerin evleri başlarına yıkılsın diyorum. Haklı değil miyim?

Trenle, otobüsle seyahat etmeyi çok seviyorum. Geçtiğimiz güzargahtaki ormanlık alanlar, tarlalar, bahçeler yazın yemyeşil, kışın sapsarı, kışın ise bembeyaz görünürdü pencereden. Şimdi hemen hepsi taş yığınına dönüşmüş. Tarlalarda katlı katlı binalar, ormanlarda ise dublex, triplex villalar yerlerini almış. Bunlara sebep olanlar hiç düşünmezler mi ki tarımı sonlandırırsak açlık olur, su yataklarına hidroelektrik santraller yaparsak susuzluk olur, doğanın dengesini bozarsak sel olur, deprem olur, taş üstüne taş kalmaz.

Ama ne gam! Açgözlü mütahitler ve siyasiler yine el ele verir, yıkılanın yerine daha çoğunu konduruverirler. 1999 depreminden sonra Beylikdüzü, Avcılar, Kocaeli, Sakarya’da olduğu gibi. İnsanoğlunun unuttuğu tek şey var: doğa. Çaldığımızı bir şekilde geri alır, ki alıyor da. Ama biz anlıyor muyuz? Hayır. Her şey Tanrı’dan gelir deyip geçiştiriyoruz bunu da. Her gün ufak ufak sallanmaktayız beşik gibi.

Uzmanların dediğine göre bu sallantıların daha büyüğü de eli kulağında. Geldi geliyor gibi. Olası bir deprem riski var hala. Yaşayanlar gayet iyi bilir ne kadar yıkıcı bir felaket olduğunu bunun. Bir sorumlu bireyler olarak her fırsatta yetkilileri uyarmaktan vazgeçmeyelim. Unutmayalım ki içinde yaşadığımız bu coğrafya büyüklerimizden emanet. Onu öyle iyi korumalıyız ki bizden sonraki nesillere eksiksiz teslim edelim emanetimizi. Gelecek güzel günlerini karatmayalım evlatlarımızın. Kim ne dersi desin doğayı sevelim, yeşili koruyalım ki onlar da bize çiçeklerle, böceklerle, hafif hafif esintilerle, derelerinden akan buz gibi sularıyla gülümsesin.