DEVAM EDECEK

Ağza gelen bir mide ile uyanmak… Oysa deliksiz uyku için yatmıştım. Tatlıyı tuzluyu, ne buldumsa yedim, üzerine de ayran içtim. Uyumalıydım, ayran rahat uyumamı sağlıyordu; gerektiğinde değilmiş… Zaman kendini seçiyor, kendi gerçekliğini yaratıyor…

Akılda başka yazı, başkaca plan vardı. Kaçamadığımız şeyler olur; senin dışında gelişen olaylara müdahale edemezsin, kontrolün sende olmadığı şeylere yenik düşersin.

Bu yazı da öyle oldu. Kafamın içi bomboş, belki de düşünmek istemediğim, beynimi uyuşturmaya çalıştığım içindir. Kaçmak ama; kaçarken merkeze çekilmek… Bir zincir varmış; zincirle uzağa kaçmak istedikçe, her seferinde kendini çakılı olduğu çivinin orada bulmak, tam merkezinde olmak…

Bugün, o gün… O günün; bugün olmadığı gerçekliğine rağmen, üzerinden geçen zamana rağmen, yine de o gün. O saatler de tam şu an.

Kara haberi aldığım saatler… Oysa içten içe, haberi alacağımı bilmeme rağmen… Bir mucize beklersin, mucizeler hep olur, oldu da. Belki de benim için, bizim için, senin mucizen bitmişti, mucizeye dönüşemeyecek kadar yorulmuştun… Neyse ne, neden, niye, sorular, cevaplar biteli çok oldu; gerçekliğin soğuğu var… Ruhsuz, soğuk, buz gibi gerçeklik ve benim için mucizenin bittiği… O gecenin gerçeği…

BAŞA DÖNÜYORUM

02’den beri uyanığım. Uyanıklığı belki de yeniden tanımlamalı, benim bildiğim anlamı başkaca yahut. Kafamı boşaltmak için, televizyonda bir şeyler kendi kendine başlar, biter… Ne çoğu zaman görüntü anlam ifade eder ne de çoğunlukla sesler… Ama bir şeyler başlar, biter, ekran akar; hayat gibi…

Acaba kafamın içindeki boşluk da öyle mi akıyordur? Kimsenin izlemediği, duymadığı yine de durmadan başa saran, tıpkı ekran gibi, bir yerlere izi düşer halde… Belki de…

Dönüp duruyorsa, düşünceler akıyorsa, seslerini duyuyorsam; boş, boşluk değil de duymak istememek, sesine kulak kabartmama arzusudur sanki…

Duymamayı seçmek; teslim olmamak için direnmek, kulağını, kalbinin tıkamak… Orada, oradalar yine de biliyorum… İnkâr beyhude… Orada yokluğun, özlemimin tadı orada… Acım yeni karılmış harç gibi; keskin kokusu, katılaşmadan önceki cıvık haliyle, şekil almadan bekliyor… Taze, sıcak, dumanı üstünde tütercesine yepyeni…

Televizyon açık demiştim ya kuzum; sevgisiz, şiddetle büyüyen, kimi istenmeyen çocuklar, suçlu profillerine, bilmedikleri sevgiyi tatlı söz sanmalarıyla mağduriyete, bir kısmı da kendilerine duydukları nefretle; sonlarını hazırlamaya yatkınlar… Sen gibi…

Art arda dönen suç ve polisiye dizileri öyle söylüyor en azından. 5 saatte, bakmadığım televizyondan anladığım o. Kendi sesime kulaklarımı tıkadıkça, duyduğum seslerden anladığım öyle yani…

Gecenin öyle bir noktasındayım ki uyanmak için erken, uyumak için çok geç. Televizyon, tablet, karışık kafa, kanayan yürek… Elimdeki tüm malzeme bunlar. Bir de son birkaç gündür gözümün önünde, iyice beliren yüzün.

Küskünken, mutsuzken dudağının kenarında bir titrememsi belirsiz bir çizgi oluşurdu. Her an ağlamaya hazır da saklamak için yoğun çaba sarf ettiğin anlarda belli belirsiz tik gibi… İçine akan göz yaşlarını gizlediğini sanırdın, ben de susardım… Çaresizlikti benimki; tüm kara bulutlarını, acılarını, mutsuzluğunu silemememin çaresizliği… Güçsüzlüğün utancı…

Anneler de güçsüzdür, her şeye yetemezler… Sen öyle görmezdin beni bilirim. Dudağını büzerek, sorduğun soruların tüm cevapları, çözümleri bende sanırdın…

Biraz ürkek, tez canlı “Bi’şey diyicem” diye başladığın tüm sözlerin, içime otururdu; bilirdim altında hep korku, kaygı, hayal kırıklığı yatıyor… Çözümsüzlüğün resmiydi o anlar, beraber duvara astığımız çaresizlikti.

Kiminde aşk, aile sorunların, bazısı okuldaki çocuklar… En çok da kafanın içindeki ile, gerçeği örtüşmeyen dünya algına dair olurdu.

Anlayamazdın, anlamsız gelirdi ya kitaplardan, filmlerden bildiğin için, her şeyi oralardan öğrendiğin için, sert duvara toslamak gibi gelirdi sana; yalın, çirkin ve gerçek hayat…

Oralarda anne babalar güçlü, aşklar sonsuz, hayat daha yaşanılası, insanlar daha iyi… Kitaplarda öyle kuzum, tüm hayatın kitaplarındı. Kalbin çocuk saflığında, dünya gaddar…

Örtüşemediniz, barışamadınız, belki de çıplak gerçeği; bütün çirkinlikleri kabullenemedin, umduğunu bulamadın…  Haklısın!

MUCİZELER GERÇEK MİDİR?

Aslında evet, sen öyleydin, benim için öyleydin, çevrendeki belki az sayıda insan içinde öyleydin ama; gerçekten mucizeydin. Tüm hırçınlığına, kırılganlığına, acılarına rağmen öyleydin. Kırmayı başaran için; kabuğunun altında, yumuşacık bir yürek yatardı, her şeyi sihirli değneğiyle, güzelleştirme arzusu taşıyan çocuk saflığı… Değnekler yetmez be kuzum…

İçindeyken yorduğunu düşünürdüm; bitmeyen dramalarının, çetin cevizliğinin, sitemlerinin. Yanılmışım; bir yandan da kendimi tanımıma, limitlerimi öğrenmeme, keşfime aracılık ediyormuşsun. Sağladın; iş işten geçsede…

Anneliğin bir kitabı yok. Kullanma kılavuzuyla da doğmuyoruz, “Momy” olmak; her zaman çok sabırlı, güçlü, her şeyi bilen demek de değil yahut sonsuz sabır abidesi olabilmek…

Annelik; bıkabilmeyi, yorulabilmeyi, hata yapabilmeyi, küsebilmeyi, kızabilmeyi de barındırıyor. Hemen yumuşaksak, unutsak, öfkemiz sönse de bizler de buyuz… Etten, kemikten, düşe kalka yolunu bulan, yaşarken öğrenen…

Bunları sana mı yazıyorum, içimdeki suçluluk duygusuna cevap mı veriyorum bilinmez… Daha çok sevmenin, daha güçlü durmanın, bütün kötülüklerden korumanın ihtimali var mıydı? İhtiyacın olan destek ben miydim?

Daha, daha’lı soruların ne gerçekliğe ne de geride kalanlara faydası yok… Yokluğunun acısını dindirme şansının olmadığı gibi de…

Kafamın içinde binlerce senaryo; öyle olsa böyle mi olurdu, görmek, anlamak, engellemek mümkün müydü, belki bu sefer de mucize gerçekleşir miydi?

Sanki hiçbir şey değişmezdi, değişmedi de…

Sanrılara kapılmak; yokluğunu çözmeyecek, zamanı başa saramayacak… Eksiğimle fazlamla, beni başka bir insan da yapmayacak…

Tek gerçeklik; mucizemle rastlaştığım, zamansal olarak belki kısaydı ama; seni sevebilmenin, sevilebilmenin, hayatının bir dilimde yanında olabilme şansı yakalamamdı…

Kızgınlık, kırgınlık, öfke duymuyorum; özlemin ağır basıyor, yokluğunu kabullenmek zor geliyor, hele de bazı zamanlarda… Tıpkı bugün gibi… Yokluğunun ikinci senesi gibi…

O günün sabahı gibi, kafamın içinde yankılanan akreple yelkovanın tıkırtısı, yürek sızısı, sağ el klavye de sol el kedimin üzerinde…  

“More Hanım”, senden sonraki yoldaşım, yokluğunun acılarını sağaltanım… Sen gibi biraz; çok öpülmeyi, mıncıklanmayı sevmeyen, keyfi isterse de sevgi arsızı… Küsmeleri, göz devirmeleri, hele de manipüle edişiyle; sen diye, sarıldığım da çok oldu…

“Devam edecek”; yazıya başlık, izlemediğim dizilerin birisi yarım kalınca çıktı ortaya. Senden sonra kalanlar gibi… Hayat gibi… Aksak, topal, arada gözler nemli, kimi zaman daha da zor, yine de devam edecek yaşam… Mucizelere inanarak, umarak, yaşanan mucizeye minnettarlıkla…

Özlemle, sevgiyle, tebessümle anımsanacaksın… İçimde bir yerler her dem yuvan olacak, kimsenin yerini doldurma şansı yok tasalanma. Biraz kıskançsındır iyi bilirim, annenin kimseyi sen gibi sevmesi, sen diye sevmesi de zor…

Rahat ol kızçem, olduğun yerde huzurla uyu deniz kızım… Evet, kıvır kıvır saçların, kocaman sevgi dolu gözlerinle, denizin en güzel kızı; en güzel “denizkızı”, benim kızım…

Deniz kızı ayrı yazılır; denize, derinliklere doğru kendi yürüyenlerse; birleşik… Yokluğunda kızların, annelerinin yüreklerinde yaşadığı gibi; anneleriyle yaşadığı gibi…

Kızçem! Denizkızım! Yüreğim! Özlenenim…

Bir Cevap Yazın