CİĞERCİ KEDİLERİNE DÖNDÜK

Sürdürülebilir olması için; yemek, barınma, iş gibi temel ihtiyaçlar harici, hayatın başkaca gereksinimleri de vardır. Günlük rutinlere devam için bile, nasıl ki bedenimizi besliyor isek; ruhumuz da nefes alma ihtiyacı hisseder…
Gözünüzü açıyorsunuz, fosseptik çukuru gibi; her yerden patlak vermiş yolsuzluk, talan, rüşvet, suç sarmalı, ifşalar, hakaretler, çalınan geleceğiniz… Üstüne çeşitli gerekçelerle, iyice nefes almanızı zorlaştıran özgürlük dengesi, artık adının geçtiği saraylarda dahi bulunamayan hukuk yoksunluğu…
Tablo değişmiyor, değişen isim cisim ve sıralamaları. Uyandığınız güne, aynı realiteyle gözleri yumuyor; ertesi sabah ucuz bir gerilim filminin figürasyonu olarak, dur duraksız devam ediyorsunuz…
Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyor… Sadece günlerin ve ayların adı değişmiş, gündem ve siz aynı yerdesiniz…
HEY YÖNETMEN! ARTIK, STOP DESEK Mİ?
Dahası; bu çukurun içinde debeleniyor iken, sizlerden üretmeniz, sağlınızı korumanız, beraberinde de hayat ile ve yaşadığınız ülke ile de bağ kurmanız bekleniyor…
“Türkiye ile, İstanbul ile bağ kuramayanların uçak biletlerini alıp yollayalım” fikirlerini ayan etmekten de geri durmuyorlar… AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 31 Mart 2018 tarihli, Pendik’teki bir konuşmasında sarf ettiği sözler…
Bu gerçeklikler içerisinde, dolap beygiri gibi günleri dolduran bizler, hep suçlu ve tek suçluyuz… Tümünün mesulu, her konunun kabahatlisi olan, beceriksizler topluluğuz… Bir de öyle şımarık ve utanmazız ki; hayat ile, şehir ve ülke ile de bağ kuramıyoruz… Tüh bize!
AY BAYILAZAĞIM!
Çığlık çığlığa “ay bayılazağım” diye; arada yerel ve ülke gündeminden kaçıyorum. Yapmayanlarınız var ise de şiddetle tavsiyemdir…
Afakanların bastığı, yakamı paçamı yırttığım anlardan birinde, önüme bir haber düştü. Haberi iki kere okudum! Hayır, anlamadığım için değil, o haberi kendi gündemlerinde gören halkın yaşayışlarını, yaşadıkları ülkeye dair kafamda şablon oturma amaçlı idi… Beceremedim!
“Danimarka’da DNA yöntemi ile, Vikinglerden kalma ve 1000 yıldır birbirinden ayrı düşmüş, iki iskelet arasındaki akrabalık bağı keşfedilmiş ve aynı müzede sergilenecekmiş.
Savaş sırasında, biri esir düşen, diğeri ise doğal yollarla ölmüş iki erkeğin kemikleri, binlerce yıl sonra DNA sayesinde; bir araya getiriliyor.
43 bin kilometre karelik yüz ölçümlü, yarı krallık yönetim şekline sahip, Avrupa ülkesi, oturmuş demokrasi ve kurumları ile, gayri safi milli hasılası çok yüksek ülkelerden de olan Danimarka için; yukarıdaki haber belki de en önemli haberdi de…
Ben de dediğim gibi; o tezahürü, öyle gerçeklik ile yaşayan ülke vatandaşı olmanın nasıl olacağını, kafamda oturtmaya çalışarak, haberi yeniden okudum…
Eminim ki; bu haberi çoğumuz görmedik, görenlerin bambaşka hayat gerçekleri olduğu için de okuma arzuları yoktu, belki de zamanları… Herkes de ben değil ki; darı ambarında hülyalara dalsın…
Şunu söylemiyorum; örnek verdiğim ülke, AB/D ülkeleri de çok ak pak değiller; hepsinin geçmişinde yıkım, soykırım, savaş, gözyaşı var bu apayrı. Demeye çalıştığım; artık başka bir gerçeklik içindeler. Bizde; 10 yıl önce, 5 gün önce ne ise, belki gelecek 50 sene sonra; olacağımız noktanın da aynı oluşu…
Sanıyorum 7 Haziran 2015 sonrası, katıldığım bir LGBTİ+ toplantılarından biriydi. Bizler var olma savaşı, vücut bütünlüğünü koruma telaşı içinde olduğumuz günlerdeydik de.
O sırada, Türkiye’de tatil yapan gey bir arkadaşımın şu sözleri kafama kazınmıştı: “Biz gözlüğü şöyle mi takarsam veya böyle mi takarsam, daha queer olurum diye konuşuyorduk, en son” demişti. İçinde bulunduğu gündemin de şaşkınlığı ile… (Queer; kalıba, sınıfa girmeyen, anlamlandırılamaz, adlandırılmaların dışında)
BİRAZ SAKİNLİK, HEPİMİZE İYİ GELECEK…
Kuşku götürmez, bu tarz dertlerle dertlenmek; şu an için uzak ihtimal. Büyük bir Rönesans, kapıda da görünmüyor… Ne acıdır ki!
Okuduğu satırlar, çok tirajlı bir haber portalında yayınlansa; “derdini seveyim senin” diye, altına yorum bırakacak çok kişi de olurdu, bu da dosdoğru… Satır aralarında değinmiştim zati.
Çağ atlamak, Rönesans uzak tam da bari biraz normalleşseydik, azıcık insanlara yaşam alanı kalsaydı. Biliyoruz; insan olarak ve yurttaş olarak kıymetimiz yok, buna da kabul.
Hepimizi mezara gömerseniz ya da akıl hastanelerine tıkarsanız; cebinizi dolduracağınız dişlileri kim çevirecek? Görünen o ki; daha uzun süre “Eyvah! Yine bana katran karası geceler” mırıldanması ile, ömrümüz tükenecek…