BİSİKLET KAVGALARI VE KÜÇÜK TİYATROCULAR

Düzenli yazı yazmak öyle sanıldığı kadar kolay bir şey değilmiş. Bunu haftada bir gün yazdığım, ülke ve dünya gündeminin anlık değişime uğradığı bir ortamda dile getiriyorum. Mesela ülkede kamuoyunu meşgul eden bir video günlerce etkisini sürdürüyorken her gün köşesinde yazı yayımlanan yazarları saygıyla selamlıyorum.

Gündem dışı, daha keyif veren, rahatlatan yazılar yazma isteğim asla eksilmedi. Geçmişten günümüze her güne bir acı, bir hatta birkaç anma düşüyor. İşte bu olumsuz ortamda gülme ihtiyacını giderecek çeşitli argümanlara ihtiyaç duyuyor bazen insan. Sizleri kısa bir süre de olsa keyiflendirip güldürebilmek isterim yazdığım anı-gezi karışımı yazılarımda.

Önceki yazılarımda bahsetmiştim. Okuyanlar anımsar. Çocukluğum babamın memuriyeti nedeniyle Kütahya yarı açık cezaevinde geçti. Ablam, ben ve erkek kardeşim cezaevinin kadınlar bölümündeki bahçede süs havuzunun başında oynardık devamlı. Zira yeni taşındığımız ilde pek arkadaşı yoktu annemin. Ancak kadın gardiyanlarla vakit geçirirdi çoğunlukla.

Meşhur bisiklet, annem ve erkek kardeşim

İşte o bahçedeki havuzun başında benden 3 yaş küçük erkek kardeşimle ortak kullanma şartıyla alınan 3 tekerlekli bisiklete binme sıramı beklerken, havuzun çevresindeki platformda kardeşim bütün uyarılarıma rağmen sıra vermeden önümüzden geçip turuna devam ediyordu. Tabii ben buna tepki olarak bisikleti aniden tutunca dengesini yitiren kardeşim suya düştü ve çırpınmaya başladı. Neye uğradığımı şaşıran ben “Kardeşim boğuldu” diye bağırmaya başlayınca herkes havuzun başına toplandı ve kardeşim sudan çıkarıldı. Bu bir canlıya verdiğim ilk zarardı belki de. Çok üzülmüştüm o gün yaşananlara ve yaşamım boyunca her adımda yanlarında olmaya gayret ettim kardeşlerimin.

Bir düğünde annem, erkek kardeşim, ben ve ablacığım

60’lar bitip 70’ler başladığında bizim de okul serüvenimiz başladı. Ablacığım edebiyat, şiir, sanata dair bulduğu her yazıyı okur, bize de okuturdu. Bazen zorla… Sayesinde her konuya ilgim gelişti. Araştırmak, daha ayrıntılı bilgiye erişmek için çabaladım hep. İnanın bunun tek yolu var: Okumak, daha çok okumak. Mahalle ve okul arkadaşlarımızdan oluşan bir grubumuz vardı. Oturduğumuz evin meyve ağaçları dolu bahçesi ve o bahçeye geçilen evden bağımsız kocaman bir giriş vardı. Bazen bahçede, bazen o girişte her hafta Cumartesi günü mahallenin çocuklarına bir oyun sahnelerdik. Senaryoyu okuduğu kitaplara katkılar yaparak ablam yazar, rollerimizi de o belirlerdi.

Mesela Pamuk Prenses oyununda bisikleti olan bir arkadaşımız prens olurken, sürekli arıza çıkaran bana da cadı anne rolü layık görülürdü 🙂 Nereden bulduğumuza hala şaşırdığım tuğlaları tiyatro salonu gibi dizer, kapıda durup gelen her çocuktan 5 kuruş alarak yer gösterir, sonra da oyunumuzu sergilerdik. O 5 kuruşlarla ne mi yapardık? Leblebi ve çekirdek alıp gelecek haftaki oyunda bizi izlemeye gelenlere dağıtırdık. Yoksa pek de izleyenimiz olmazdı. Girişimci ama çok da beceriksizmişiz o zamanlar.

Babam ve ablam

Yaz tatillerinde köye gittiğimizde gündüzleri yine çevredeki çocukları toplar, onlara masalları tiyatral bir şekilde anlatır, daha sonra roller vererek oyuna dahil ederdi ablam. Genelde erkek rolüne giren ablam, kendine adım Alain Delon derdi. Nereden nasıl duydu hiç çözememiştim bu ismi. Daha sonra gençliğimde gittiğim filmlerde rastlayana kadar hep ablamın yarattığı hayali bir karakter sanırdım yakışıklı Fransız oyuncuyu. Çocukluk işte…

Ablamın hayal dünyası çok genişti. Yalnız böyle tiyatro değil, sporda da ilkleri yaşatmıştı bana. İki orta boy çubuk ve bir yuvarlak taş ile gelir, “Haydi golf oynayalım” derdi. Ben aptal aptal bakıp “O nedir, ben oynamam” diye itiraz etsem de bir çukur kazıp elimizdeki sopalarla o taşı çukura doğru sürmemiz gerektiğini anlatıp oyunu öğretir, sonra zorla da olsa oynatırdı. Geceleri bahçede uzanır, gökyüzündeki yıldızları saymaya çalışır, kayan yıldızlardan dilek tutup kahkahalarla gülerdik. Ne bileyim, gamsız, tasasız, çok mutluyduk o günlerde.

Ben, erkek kardeşim, ablacığım ve küçük olarak yine ben

Annemin babası mahallenin bilge kişisi gibiydi. Çok keyifli, çok güzel hikayeler anlatırdı evlerinin önündeki elektrik direğinin aydınlattığı ışığın altında toplanan mahalleliye. Hacca gitmediği halde “Hacı Mehmet” diye anılan dedemin elinin şifalı olduğunu söylerlerdi hep. Elinin şifalı olup olmadığını bilmem ama çok merhametli, tertemiz bir yüreği olduğunu biliyorum. Dedem İstiklal Savaşı gazisiydi. Bize savaşı, savaşın yol açtığı yoklukları anlatırken gözlerinden akan yaşları gizlemeye çalışırdı hep. Askerliği sürecinde Çanakkale, Afyon, İnönü cephelerinde savaşmış olmasına rağmen savaş ile hiçbir sorunun çözülemeyeceğini aktarırdı bize ve “Okuyun, çok okuyun, cahil kalmayın, cahile her şeyi yaptırabilirsin ama okumuş, ufku geniş insana aklının yatmadığı hiçbir şeyi yaptıramazsınız” diye de öğütler verirdi. “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsünü söylerdi yanık yanık bu tatlı sohbetin sonunda.

Dedem ve anneannem

Bazı talihsizlikler nedeniyle ablamla ben istediğimiz eğitimi tamamlayamasak da çalışıp kendi ayakları üzerinde duran, kişilik sahibi, merhametli bireyler olarak hayata karşı dik duruşumuzdan hiç ödün vermeden yaşadık. 2008 yılında erken bir veda ile giden ablamı çok özlediğimi, daha çok yapılacak şeylerimizin olduğunu düşünürüm hep.

Yaşarken keyif aldığımız anıları paylaştığımız yakınlarımızı onlar gidince de hep bizimleymiş gibi yaşatmalıyız bence. Geçmişte yaşamak değil, geçmişi bugünlere taşımak gerekli diye yazmaya çalışıyorum yaşanmışlıklarımı. Okurken okuyucunun keyif alması tek dileğim.

Bir Cevap Yazın