BİR GEVEZENİN ÇIĞLIĞI…

Kişinin heybesinde ne varsa, o yansırmış tümcelerine. Bende de genelde öyle olur. Hatta çoğu kez, özel hayatım da dahil, günlük rutinlerime kadar, sizleri de dahil etmişimdir.

Bunda sakınca görmüyorum, çünkü her birimizin hayatları birer hikaye, haber değeri taşıyor. Belki görece daha sosyal olmam sebebiyle; hayatımda çok şey oluyor, çok fazla insanla tanışıyor, kaynaşıyorum. Bu sebepledir ki yazdıklarımın çoğu, hayatım merkezli, yaşadığım acılar, mutluluklar, insana dair, bize dair her şey…

Hayat Döngüsü

Zaman zaman hayatlarımız yüz seksen derece değişebiliyor. Kazançlar, kayıplar, iç hesaplaşmalar, kırgınlıklar, kızgınlıklar, kahkahalar (gerçi şu ara hepimizin özlediği), gözyaşları, dramatik bitişler, başlangıçlarla sonsuz devinim içerisinde yeniden şekilleniyor.

Sıkı okuyucularım, takipçilerim, dostlarımın bildiği bir şey: 2020’nin ilk yarısı hatta 2. günü oldukça sarsıcı olmuştu adıma.

Manevi kızım vardı. Trajik bir sonla, şartların ve de hayatın o noktaya itmesi sonucunda hayatına son vermişti. Her ne kadar, kendi iradesiyle almış olsa da oraya, finale el birliğiyle taşıdık kızımı…

Kişinin dünyaya gelmesi, nasıl ki kendi başına olan bir eylem değilse, bitirme kararında da olan olmayan, her şey ve herkes rol sahibi. Başlangıçta anne baba faktörüyle gözümüzü açtığımız dünyaya, bitirme kararı aldığımız an ya da sürüklendiğimizde ise dahil olan aktör sonsuz sayıya ulaşabiliyor. Çoğu kimse/ler bundan habersiz olsa da…

Doğuştan epilepsi, fiziksel zorluklar çeken, kapalı bir aile yapısına sahip, ona karşın sosyal, meraklı, politik, biseksüel bir kadın olunca, üstüne de yaşadığınız coğrafyanın durumu ortadayken, akran zorbalığı, nefretin ağır bastığı ülke insanı, insan ilişkileri, tüm bunlar  alt alta toplanınca; hayata tutunmak öyle çok da kolay olmayabiliyor…

Kızım için dünya genel itibariyle böyleydi. Gene bir intihar denemesini planladığı süreçte tanışmıştım. İki, iki buçuk yıl gibi, birbirimizin hayatında olduk. Ben, ona neler kattım bilmiyorum.

O, bana kendimi tanıma, sınırlarımı keşfetme, koşulsuz sevginin ne demek olduğunu, mutluluğu, verici olmayı, sabrı, genç bir yetişkinle hayatın ne olduğunu, doğurmasam da anne olma mutluluğunu, onurunu tattırdı.

Emin olamamakla, ben de belki; ‘uzatmalar’ olarak adlandırabileceğimiz son günlerinde, dostluğumu, sevgimi verebilmişimdir. Bunu ancak o söyleyebilirdi. Gerçi, onun için ne ifade ettiğimin çok da önemi yok. Yahut son noktayı koyma kararının, nedenlerinin, niyelerinin hiçbir önemi kalmadı.

Güzel günler bir gün bitebiliyor ve bitti. Travmatik bir süreçti yokluğu. Veda edişinden habersiz olmam acıydı. Yine de kattığı güzellikler ve onu tanıma şansını bulmuş olmam, içten bir “momy” değişi, çekilen acılara değerdi. Bu gün, yeniden aynı süreci yine gözüm kapalı yaşardım.

Vedalar Vedalar!

Kızçemi uğurlamanın zorluğu üzerine gelen pandemi süreci, hayatlarımızın alt üst oluşu, sorgulamalar, pandemi kaynaklı kısıtlılık halleri, benim yoğun tempom, dezavantajlılara yönelik iki STK gönüllülüğüm derken, bazen tepe taklak olma, çoğunlukla da yaralarımı sarma, güçlenmemi sağlamasıyla, senenin yarısını kapatmış olduk.

20 Temmuz çoğunun olduğu gibi, benim de hayatımın derin dönüm noktalarındandır. Trajik şekilde katledilen gençlerin acısıyla beraber, benim de yakından tanıma şansı bulduğum, çok yakın olmasak da arkadaşım diyeceğim genç bir adamı kaybetme acısı, acılarımı ve kalp ağrısınının boyutuna boyut katıp, derinden yaralamıştı…

O gece acıyla kavrulurken, meğer hayat bize, daha acısını da hazırlıyormuş habersizdim, habersizdik… 21 Temmuz öğle saatleriydi, otobüsteyken telefonum çaldı.

Gönüllü olduğum STK’lardan birine gitmek için yoldaydım. İlk anda telefona yetişemedim, cebimdeydi. Arayanı görünce mutlu oldum. Sevdiğim, pandemi mâlum sebeplerinden dolayı da bir süredir görüşmediğimiz bir kadın arkadaşımdı.

İçimden ”Ne mutlu, bugün boş demek ki, derneğe de gelir ve bu sayede hasret gideririz” sevinciyle aradım. Cevap vermedi. Whatsapp’tan, bilgilendirici ve de mutluluğumu ifade eden, kısa bir mesaj yazdım. Dönüşü çok uzamadı.

O telefonu, yazışmaları hiç yapmamış olmayı nasıl dilediğimin tarifi yok… Okuduğumu iki ya da üç kez okuyup, anlamlandıramamanın şaşkınlığı… Oysa, mesaj çok kısa ve netti: ”Canım Umut’u, gevezeyi kaybetmişiz…”

“Geveze”, sanırım kendince bulduğu bir lakaptı. Twitter nikiydi de. Gereksiz konuşmaktan öte, her şeyi konuşabilmesinden, matrak, esprili, dobra ve de iletişimi güçlü bir adam olmasından kaynaklıydı. Umut varsa; sessizlik, can sıkıntısı, somurtmak mümkün olmazdı. Neşe nedir diye sözlüğe baksan, kesin karşısına resmi konulurdu…

Tam olarak nasıl tanıştık, neredeydi emin değilim. Umut’a dair tek anımsayamadığım bu. Onca net anım ve hatıralar arasında. Hayatıma sessizce girmiş, hayatım(ız)dan derin izler ve acı bırakarak ayrılan dost, arkadaş, taze koca, yeni baba… Neşe, şamata, güven, dostluk, yoldaşlık ve en çok da huzur barındıran Umut.

Kısaca tariflemeye çalıştığım arkadaşımın, şayet sizin arkadaşınız olsaydı; ”öldüğüne”, hele de intihar ettiğine inanmanız kolay olur muydu?

İnanamamanın etkisiyle, manevi annemi aradım. Onunla da toplamda üç ya da beş kelime konuştuğumu hatırlıyorum. Sesine yansıyan acının izleri, şaşkınlığın derin yarası. Sadece artık, kesinlik ve netlik kazanmıştı; Umut yoktu.

Anlamlandırmakta Zorlandım

Güceniktim! Umut, içimizdeki belki de en güçlü sandıklarımızdandı. En kolay iletişim kurabilenimizdi. Herkesin dostu, arkadaşı, kardeşi, ağabeyi olan bu adam, Gezi’den beri onca sıkı bağlara sahip insan nasıl yalnız, kimsesiz hissedip, kim bilir içine neleri de gömerek, şu lanet dünyadan ayrıldı?

Kızgındım! Herkese dostluk gösterirken, en zor anlarda olayın içinde bitebilen adam, nasıl kabuğuna kapanıp, dertlerini bizlerle paylaşmazdı?

Suçluyum, suçluyuz! Her anımızda olan insanın, yanında olamadık. Köprüleri ne zaman yaktı, sebepleri neydi, kaçımızla paylaştı, paylaştı mı? Sorular sayısız fakat cevapların artık önemi yok…

Bizler Kendi Söküğünü Dikemeyen Terzileriz

Dayanışma örüntüsünü en iyi bilen, hayatın yeniden yaratım sürecinde, yüksünmeden, öykünmeden, tabiri caizse ameleliğine kadar varan her örgüsünde, tuğla tuğla döşeyen bizler, ‘kendi söküğümüzden’ bi’habermişiz…

Takke düştü, kel göründü! Evet, hayat her birimize başkaca sürprizler hazırladı, ayrı yanlara savurdu, kabul. Son yedi sene, derin yaralar açtı, zaman zaman kopardı birbirimizden, bu da doğru. Farklı hayatlar, başkaca yaratımlara yol aldığımızda kuşkusuz.

Bunlar ve daha fazlası, bizler için mazeret mi, olabilir mi? Bizler ki, hiç tanımadığımız, adlarını bilmediğimiz insanlar için, her şeyimizle kendimizi ortaya koymuştuk… Bedenlerimizi bile sakınmamıştık bu uğurda…

Yine de içimizden birisini, tanıyan çoğunun çok sevdiği, Umut’u hayata gücenik uğurladık… Heybesinde ne acıları vardı acaba? Varsa yükleri, omuzlarını çökertirken neredeydik? Sorumu ben cevap veriyorum; yanında değildim. Bu noktada olduğundan bile habersizdim… Utanç içindeyim!

Belki de artık, hepimizin kendini sorgulama zamanıdır. Amasız, fakatsız yeniden dayanışmayı, dostluğu örme zamanı. Birbirimizi belki yine yeniden tanıma zamanı.

Evet, bizlerde insanız. Canımız yandı çokça hem de. Zor günler geçirdik, mutlaka ruhsal çöküntüler de oluşturdu. Bazılarımız altından kalkabildi, belki birilerimizi başkaca şeylerin de tetiklemesiyle, daha da bunalttı. Mümkünlü ve oldukça insani.

Söylemek istediğim; bağlarımız zayıfladı… Yakınlığımızı, derin dostluk ve arkadaşlığı yitirmeye mi başladık? Hayatın döngüsü kaçınılmaz kılıyor olabilir. Bizler için mazeret olamaz ama!!!

Artık alanlarda, anmalarda, arkalarından ağıt yakmak için buluşmasak dostlarımızın!? Kardeştik biz, her şeyden önce. Kandan daha derin bağlarla bağlı kardeş, dost, omuzdaş. Silkelenme zamanımız geçiyor bile. Başardık, başarabiliriz!

Başka bir yerden geliyordum sanırım, Umut’ların düğününe. Kıyafetlerim tamamdı. Ayakkabılarımı topuklu seçmiştim. Yanıma aldım, salonda giymek için.

Saatinde gelmiştik galiba düğüne. Orkestra da yeni başlıyordu. Tek eksik ayakkabılarımdı. Mamişkomlar önden salona girdiler. Ben de direkt lavaboya yöneldim. Sırtım merdivenlere dönüktü.

Yakın dostlarla, merdiven boşluğunda sigara içiyor ve çene çalıyorlarmış. Sırttan görüp; “Oooo, Ece Hanım” demesiyle fark ettim damat beyimizi.

Eldeki poşeti görüp; “Bana hediye mi aldın” diye sordu. Ayakkabılarımı değiştireceğimi söyleyince de ”Kızım giyme ya o kadın ayakkabılarını. Halay çekemeyiz sonra” demişti.

Biz, o dönemler sokaklarda, alanlarda olan insanlar, kadınlar olarak, rahat ayakkabı giyerdik. Bildiğin bot, postal türevleri, hareket etmek önemliydi. Bizler için ”kadın ayakkabıları”, düğün vs gibi özel anlara saklanırdı. O gece, kadın ayakkabısı giymemiştim, Umut’un ricasıyla. Hoş, çok halay da çekemezdim. O da ayrı  bir ayıbım.

Daha görülecek güzel günler, yetişeceğin zor anlar, nerden çıktığını anlaşılamayacak, yine yüzlerimizde şaşkınlıkla kalakalacaktık, gafil avlanıp.

Sen evlendin, kardeş evlenince sıra ablaya gelecekti hani? Düğünüme gelme sözün n’oldu? Nerede kaldı zafer halaylarımız?

Hepimiz darma duman olduk… Üzerimizden tır geçti be kardeşim. Galiba en çokça da birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız onu düşünmekteyiz…

Umut’u yaşatamadık! Üstesinden nasıl geleceğiz geride kalanlarımız? Varlığınla güç verip, dostluk kattın her birimize. Yokluğun bizlere ders olur mu? Belki de aramızdan ayrılışın, kenetlendirir bağlarımızı…

Ne çok şey varmış içimde, kelimelere dökülmeyi bekleyen. Uzun uzadıya yazışım sanırım veda etmenin zorluğundan… Dostça kal, ömrümüze sevgiyle dokunan adam. Huzur bul!

Umut’u uğurladık belki ama bir gün Zafer Halayı”nda, birimizin omzundan dürtüp, sıraya gireceğine inancım tam… Umut bizde, dostlukta, dünyayı daha yaşanır bir yer getirme azmimizde… Umut içimizde…

Bir Cevap Yazın