BARIŞ İMZACISI CAN CANDAN

Can Candan ismini duymayanınız var mıdır bilemiyorum.

Kendisine her yerde, hak savunucusu olan tüm alanlarla rastlamak, desteğini görmek mümkün.

Son derece donanımlı, hoş sohbet, içten ve dostane bir yanı vardır sevgili Can Hoca’mın. Ayrıca çok da mütevazidir. Hocamla birkaç kez farklı yerlerde yan yana düşüp ayak üstü sohbetimiz olmuştu. Uzun yıllardır da sosyal mecralardan takip ederiz birbirimizi.

Röportaj teklifimi kabul edince en uzun sohbetimize de kapı açılmış oldu. Biraz gergindim buluşana kadar. Bazı insanlardan deyim yerindeyse “ağzından lafı kerpetenle alırsınız”. Neyse ki bizimki çok akıcı geçti.

4 saate yakın bir kayıt oluştu elimde. Can hoca da çok sohbet etmezmiş, bu tamamen bana özgü ve aynı dili konuşabilmenin getirisiymiş. Kompliman mı yaptı yoksa o gün gününde miydi orasını hocam bilir. Sonlara doğru bu konu aramızda gülüşmelere neden olmuştu.

  • Güzel mi her şey? Geleceğe dair umutlu muyuz? Beklentiniz ne yönde? (24 Haziran öncesiydi röportaj, soru ve cevap güncelliğini koruyor.)

Henüz güzel değil ama olacak. Yoğun emek sarf ettik, emek verildi. 31 Mart sonrası enerji yükseldi. Süreç iyiye gidecektir sanırım. İnsanlara bir güven geldi. Duyduğum ve katıldığım da olumlu bir süreç var: “Sandıkta yeniden yıkabileceğimizi gördük!” Çabalıyoruz olmuyor, çabalıyoruz olmuyor ama sonuçta çabamız sonuç verdi. Bu muhalefetin elini de güçlendirdi. Sesini daha gür çıkarır, geri atmaz konumda gördük muhalefet partilerini.

  • Partiler bazında mı konuşuyoruz yoksa halk olarak da ileri gidiş olur mu? Muhalefet konusunda sokak, halk daha mı önde partilerden?

Bu zor bir soru. Toplum bilimci olmadığım için ayırımını yapamam açıkçası. Genel gözlemime de dayanarak bu soruya net cevap vermekte zorlanabilirim. Biz örgütsüz olup örgütlü gibi davranan “kurtarıcı”lığı da başkalarından bekleyeniz aslında.

Yok dernekler, sendikalar, partiler… Yakın dönemde, özellikle 12 Eylül sonrası bu beklenti içine girilen örgütler, dernekler de güç duruma getirildi, geldi… Belki halk bu örgütlere daha çok destek vermeli, içine katılmalı belki ya da öncülleri olmalı… Olabilir mi bilemiyorum.

Sosyal medya üzerinden bir baskılama, yön göstericilik de oluşuyor sanki. Gelişen teknolojiyle bir yandan bir dünya vatandaşı gibi hareket etme, öte yandan da her coğrafyanın öznelliği. Bizlerdeyse başkaca konular ve özgürlükleri kullanamama, ifade özgürlüğünün kısıtlı oluşu… Bir yandan da dünya vatandaşı gibi davranırken öte yandan da baskılamalar sonucu başka bir dünyada yaşıyoruz gibi de bir durum oluşuyor. Öte tarafta, öte dünyada da başkaca gerçeklerle yaşamak…

  • İstanbullusunuz, Robert Kolejli, Boğaziçilisiniz. Parlak da bir kariyere sahipsiniz. Bunlar varken “kötü çocuk” olmak zorunda mısınız?

Tabii ki! Güzel bir soru. Kağıt üzerinde bu özgeçmiş güzel gözükebilir. Sonuçta ben memur çocuğuyum ama. Anne-baba üniversitede tanışmış. Köklerde göçmenlik var. Anne tarafım Kırım göçmeni, annemin babası berber. Babamın babası Selanik göçmeni bir çiftçi. İki taraflı göçmen ailenin ilk defa üniversite okuyan çocukları. Geçmişte aristokrat bir yan yok. Esnaf ve çiftçilikten üniversite okuyan çocuklarla orta sınıf doğru bir geçiş. Ben memur bir aileye doğdum sayılır. 7.5 yaşındayken de babanın memuriyetiyle Bursa’ya taşınma serüveni. Anne halen çalışmayan bir kadın. Klasik Türkiyeli erkek tiplemesiyle babam annemin önünü kesiyor işe girmesinde. Sonra geçim sıkıntısı ağır basında, annem de banka memureliğine başlıyor. 11 yaşına gelince de Robert Koleji’nde yatılı okumaya başladım, 18’e kadar böyle sürdü. Sonra üniversite… Alt alta koyunca aristokrat bir geçmiş olmayan, mezun olunca başlanacak bir baba şirketinin de olmayışı… Biraz kaçınılmaz galiba. Robert’te de ikilik durumunu keşfediyorsunuz. Burslu memur çocukları ve paralı okuyan orta sınıfın üstü. Azınlık olmanın ağır hissedilmesi…

Robert’te keşiflerimden biri de üst sınıftaki çocukların burslu olarak yurt dışına gitmesiydi. Onlar yapabiliyorsa ben de yapabilirim dedim. Zaten üniversitede de ne okuyacağıma karar veremedim, orada netleşirim. 18 yaşında bir maceraya atılmak aşırı cazipti. Sonra biraz aileden ve toplumdan da kaçma isteği… Kaçıştı da aslında.

Etiketlerden, toplumsal baskılardan… Etiketler olunca Robertli olmak gibi beklentiler yükseliyor üzerinizde. Hele de ailede tek çocuksanız… Ekonomi, siyaset okumam hatta üst düzey yönetici olmam, Merkez Bankası Başkanı olmam gerekiyordu, Ekonomi Bakanı olmamışsam… Çıta çok yüksekti. Sınıf atlayan ideal çiftin tek çocuğundan beklentileri de daha büyük oluyor. Hele ki bu beklentileri çocuk yaşta hissediyorsanız… Beklentilerle sizin istekleriniz de örtüşmüyorsa çatışma doğuyor haliyle…

Sadece aile beklentileri de yok. Toplumsal cinsiyet bazlı beklentiler de oluşuyor. Örneğin “Nasıl erkek olunur?” “Kötü çocuk olmak” bunların arasında ya da bunca şey bir araya gelince kendine yol buluyor. 11.5 yaşından sonra da büyümeyi öğrendim, özgürlüğü öğrendim. Yatılı okumak anında bir sürü kardeş kazandırıyor. Ayaklarının üzerinde durmayı öğretiyor. Çamaşırlarını nasıl yıkaman gerektiğini öğreniyorsun… Aileden de uzaklaşmış oluyorsun. Getirileri de var, zorlayan yanları da çocuk için… Hayatı tanıyorsunuz ve erken hazırlanıyorsunuz Robert’te. Amerikan Kültürü ile tanışıyorsunuz, başka bir dünyaya geçiyorsunuz. İngilizce bilmeyen ebeveynlerden bambaşka bir dünyaya geçiş. İster istemez kopma ve kırılmalar da oluşuyor. Okulda bir sürü aktivite, spor, folklör kabuk kırılırken, genişlerken olduğunuz yer de dar geliyor aynı zamanda. 5 yıl burs alarak da Amerika serüveni başlıyor.

Orada ne okuyacağına karar vermek, kendini keşfetme ve oraları… Mühendislik, ekonomi, tıp, politika Robert geçmişlilerin seçtiği, seçmesi beklenen alanlar. Akademisyenlik bile yoktu. Çünkü burada benim, bizlerin öyle bir modeli bile yoktu. Fotoğrafla tanıştım o süreçte. Moda fotoğrafçılığı da değil. Sokağı, hayatı çekiyorum. Sultanahmet’te sokak hayatını mesela. Hak, hukuk, adalet kavramlarını tanıyorum, keşfediyorum. Bir yandan da belirli duyarlılıklarım var: Toplumsal Cinsiyet gibi. Bunlar da aileden geliyor sanırım. Bazı değerleri de aileden alıyoruz.

1987 yılı dönüm noktası oldu. 18 yaşında genç bir adam, ilk kez pasaportu olan, uçağa binen, İstanbul, okul ve çevre dışında hayat bilmeyen, belki de “dünyayı o kadar sanan” ben yurt dışına çıktım. Başka bir dünya keşfetmeye başladım.

Robert’te İngilizce öğrendik, yetkin de sayılırdık. Hayatta karşılığı yok mesela. Biri geliyor ‘Naber ya?’ diye soruyor, sense ‘Nasılsınız’a alışmışsın. Bocalıyor ve ne yapacağını şaşırıyorsun. Bu arada burada branş üzerinde odaklanmak isterken fotoğrafçılık cezbetmeye başladı. Farklı bir dünya,özgürlükler, Amerika’daki insan hakları mücadelesi, Filistin mücadelesi, Güney Afrika’daki ırkçılık mücadelesi, toplumsal cinsiyet, yönelimler, kimlikler sürüsüyle keşifle okula ve okulda seçtiğim derslere konsantre olamadım. Bir yandan da çeşitli insanlar çok farklı sorunların keşfi, eylemler, boykotlar… Bir anda kendimi bunların içinde buldum, örgütlenmenin içindeydim.

Bunlar sürerken fotoğrafı keşfetmiştim. Zaten ilgileniyordum da ders olarak almaya başladım. Oysa bu hobi olarak görülürdü Robert’te. Şimdi bildiğin ders olarak alıyordum. Karanlık odayı keşfettim bir hocamın gayri resmi asistanlığını yaparken. Hocalarım ilginç geliyordu. Adam Marksist ama aynı zamanda akademisyen. Başka bir hocam film yönetmeni, dersime giriyor. Böyle şeylerin olabilirliğini görmek de açımı genişletirken başka odaklar oluşmasına da yol açıyordu.

Fotoğraf okuyorum, keyif veriyor. Ortaokuldan beri 5 yıldır falan da ilgi alanım ama tatminsizlik başladı, yetmiyordu. Hareketsiz görüntü, ses olmayışı sanki ifade edemeyişe, politik gelmeme gibi eksiklikler hissettirdi. Belki de yeterince aktivist gelmemeye başlamıştı. Bir sürü şeyin içindeydim. Çektiklerimle, karelerle ifade edilemeyişin eksikliği…

O süreçte yeni bir ders aldım: Siyasi Kurmaca Sinema. O ders hayatımı da değiştirdi. Belgeselcilik, belgesel sinema fikrinin oluşma süreçleri belirmeye başladı. Çok sinema aşığı da değildim aslında. Siyasetin, aktivizmin, görsel sanatların bir araya geldiğini, gelebildiğini gördüm. Üniversitede 2.yılımda geleceğe ve yapmak istediğim şeylere dair kafamda netleşmeler oluştu böylece…

  • Belgeselciliğe geçtiğimize göre ilk filminiz “Duvarlar”la devam edelim mi?

Öğrenci filmi olduğu için vizyona da girmediğinden de çok bilinmez ama okulun ilk 2 yılında iki tane kısa film çektim. Bir tane de “Göç” var ama yarım saatlik kısa metraj. “Duvarlar” ilk uzun metraj ve okul sonrası çekildiği için ilk film diye biliniyor.

Okulda ilk yıl yurttaydım. İkinci senemde yine aynı kampüs içinde apart daire denilecek başka bir alandaydım. Burada kadın ev arkadaşımın at sevdası, atlarla olan yakınlığı ilgimi çekmeye başladı. Nu sayede atlarla ilgili, merkezinde arkadaşımın portresinin olduğu sessiz bir film çektim. İlk filmim oydu.

İkinci filmim yine öğrencilik dönemimde olan, o sıralar da Coca Cola şirketinin Güney Afrika’daki tavrı, çekilme eğilimiyle ekonomisinin çökmesine tepki olarak öğrenciler okullarda Coca Cola’yı boykota başlamışlardı. Ben de aldığım bir ders içinde ‘niye boykot var, niye boykot etmeliyiz’ merkezli sesli bir belgesel yaptım bir okul arkadaşımla beraber. Röportajlar, kendi geliştirdiğimiz görselleri de barındıran bir filmdi. Misal Güney Afrika haritası var, bir kutu kolayı haritaya boşalttık. Kolanın Güney Afrika’ya verdiği zararları görselleştirmeye yönelik… Yerel TV’lerde ve orada bir sergide de gösterilmişti, vizyona girmiş de sayılır.

89 yılından itibaren öğrenci de olsam öğrenci filmleri de olsa kendi filmlerimi yapmaya başladım, yapabiliyordum da. 11 ay Amerika’daydım. 1 ay tatile de Türkiye’ye geliyorum. O zaman direkt uçuşlar da yok. Avrupa’dan aktarma geliniyor. Aktarma yaptığım uçakta dağıtılan gazetedeki haber ilgimi çekti. Bulgaristan’daki Türkler Türkiye’ye göçüyorlar. İnternet de yok o dönem haliyle. İlginç ve yeni de bir haber. Belgesel filmi yapan, belgesel okuyan öğrenciyim ama kameram yok.

İstanbul’a geldim. Ekonomik durumlar etkisiyle çok kimse kameraya sahip değildi. Bir arkadaşımdan ödünç aldım. Yine Amerika’da gazetecilik okuyan bir arkadaşımın abisinden aldığımız arabayla Bulgaristan sınırına geldik. Sınırda “Göç” filmi böyle oluşmaya başladı, 3.filmim. İlk ödül aldığım filmdir de o. Okulun olduğu heyette “En İyi Öğrenci Filmi” ödülünü almıştım.

Bilinçaltında sanırım göçmenliğe dair bir tetiklenme olmuştu. Göçmenlik, kimlik sorunu, bir yandan da yabancı bir ülkede ve göçmen olmanın da etkisidir belki. “Bu göç dalgasını çekmeliyim” dedim… İnsanlar kağnı gibi arabalarla, at da yok, kendileri çekerek arabaları sınıra geçiriyorlardı. 89 yılı 20.yüzyılın son çeyreği… Sınırı geçiyorlar, karşılarında ben varım: “Ne oluyor? Ne yaşıyorsunuz?” Bunlar çok değerli malzemelerdi.

Amerika’ya böyle bir materyalle döndüm. Bununla ne yapabilirim diye düşünürken yarım saatlik bir filme dönüştü. Ödül alması da beni tetikledi. “Doğru yoldasın! Yapabilirsin!” Böyle olduğunu düşünerek devam ettim. Artık ne yapmak istediğim, okulda ne okuyacağım da şekillendi.

  • 1989 yılı size bir başka film daha verdi: Duvarlar. 3 dilli ve uzun metraj filminize geçelim mi?

Almanya ilk olarak göç ve göçmenliği çağrıştırıyor haliyle. Bir sürü Türk var. Göçmen işçiler var. Her evden olmasa bile her mahalleden giden Türkiyeliler. Bir de Amerika’da başka boykot var. Biz kazandık, Ruslar kaybetti. “Özgür dünya kazandı! Komunist dünya kaybetti” Bu bakış biraz da gerdi, “kıl oldum” tabir-i caizse de. Almanya yüzeysel bilgim olan ama bilmediğim bir gerçeklik. Görmeli, içinde olmalı ve neler oluyor çekmeliyim diye başladığım bir serüven. Aynı sıralarda Amerika’da bir gazetenin 10.sayfasında falandı, küçük bir haber gördüm: “Almanya’daki Türkler artan ırkçılıktan kaygı duyuyor.” Bu haber iyice tetikledi. Irkçılık, kaygı, Türkiyeli olmak… Bunların hepsinin öznesiyim de haliyle. Berlin Duvarı yıkılıyor, ee bunun Türklerle ne alakası var?

İnternet yok! Okuduğum, duyduğum haberler çelişkili. Görmeli, öğrenmeli, aktarmalıydım. Haberin, hikayenin peşinden kesin gitmeliyimle yol fikri netleşmeye başladı. Bir dönem bizim üniversitede ders veren bir hocamızın da yardımı ve o ara bir yandan da çalışıyorum. Okulla beraber iş de var. Biriktirdiğim paralarla da yola çıktım.

Berlin Duvarı’nın açılmasından 7 ay sonra böylece Berlin’e gitmiş oldum. Bir hafta Berlin’de çevreyi keşfetme, duvarı görme derken kafamda “bu filmi yapabilirim, yapabilirim herhalde” fikri iyice netleşti. Lisede zaten 2.dilim de Almanca idi. Onu da geliştirmeye başladım, yeniden öğrenme de denebilir ya da…

Sonra geri döndüm Amerika’ya. Film için fon bulma-arama kısmı başladı. Okulu da dondurdum bir dönem. Bütün bağlantılarımı Robert Koleji de dahil 10 bin dolara gibi bir para topladım. 22 yaşın belki biraz cesareti, o yaşa göre para toplayabilmenin başarısı… Adına ne dersek! 91 yılında kamera, tripot, ışık almış olarak Berlin’e dönüş yapıp filmi çekmeye başladım.

Zor şartlarda küçük bütçeyle yaşayarak 40 saatlik bir malzeme çektim. Sonrasında okula geri dönüş. Berlin Duvarı’nın yıkılışını bitirme projesi olarak düşünüyordum. Hocalarım ve ben fark ettik ki bu bitirme projesinden de büyük bir şey. Misal bitirme projesi 1 dönüm tarla sürmekse ben 50 dönüm tarla sürmüştüm. Hocalarım “Zaten yeterince çaba gösterdin, daha öncekilerde de bu filmi çekerken de finans bulman, bulman hepsiyle bitirme projeni çoktan yaptın. Artık biz seni okuldan atıyoruz” dediler. Mezundum, diplomayı da almanın hazzıyla sinema televizyon mezunu olmuştum.

Aynı okuldan mezun olmuş 3 arkadaş şirket kurduk. Bir takım işler yapıyoruz. O arada akademi yine cezbediyor. Öğrenme, pişme arzusu keza öyle… Hem sinema hem de politik yönü de ağır basan bir bölüm ararken Amerika’da başka bir üniversitede aradığım bölümü bulup oraya başladım. Uzmanlık alanı Belgesel Sinema ve Alternatif/Deneysel Sinema idi. İstediğim ve tam aradığım bölümdü. Tek istedikleri “buraya gel ve işini yap” üzerine kurulu 2 yıllık burs kazandım. Maaş alıyorum, sigortalıyım, karşılıksız kısacası. Güzel Sanatlar Doktorası seviyesinde. İyi de doktora tezim ne olacak? Film çekmem lazım. Bitmemiş 40 saatlik Berlin Duvarı var. Bunu film olarak tasarlayayım, bitirme projem bu olsun. Onayını aldım tez komitesinden. 1999 yılında filmi bitirdim, jüriye sundum ve geçtim. Film de bitmiş oldu. 83 dakikalık, 3 dilli, 3 isimli: “Duvarlar/Mauren/Walls” filmi, artık bitmişti.

Yine de o hali tam olarak içime sinmedi. Biraz daha pişmeye ihtiyacı var diyordum. Okul bitti, yarı zamanlı akademisyenlik de başladı. Filmin kurgu aşamasındaydım. O yıllarda da dijital kurgu yeni başlıyordu. Kurgu aşaması için bulunmaz fırsat. Leasing şeklinde krediyle falan yeniden kendi küçük şirketimi kurdum. İşler alıyordum, kalan anlarda da filmime odaklanıyordum. 1 sene kadar yorucu bir süreç, keşfetmeye dair arayış derken eksikliğin de olduğunu fark ettim. İçinde ben de olmalıydım.

Film Berlin Duvarı çevresinde geçen fakat aslında “Duvarlar” Kimlik merkezli, duvarın önünde-arkasında, taraflarında yaşamak, göçmenlik, neyim, kimim, nerede yaşıyorum, nerede yaşayacağım sorularının da peşinden giden bir film oldu. Kendimle de yüzleşmek, deneyimlerimi de içine katmak, biraz da otobiyogrofik bir yanı var. Hem başkasına bakmak hem kendime de bakmak. İkili bir anlatımı da var filmin. Bire bir aynı deneyimler yoktu belki ama ortak noktalarımız vardı: Yabancılık ve göç. Kendime de bakmak… Harmanlama, harmanlanma. 90’da başlanan film şu anki vizyon haliyle 2000’de bitti.

Filme odaklanırken şirket battı. Fakat ben o günlerde başkaca bir şeyi keşfettim, dönmek istiyordum. Ait hissettiğim yerde yaşama deneyimini tatmak. 13 yıldır Amerika’da yaşıyordum. Yeni deneyimlere, Türkiyeli olma deneyimine de ihtiyacı vardı sanırım. O dönemde Fransız bir sevgilim vardı. Onunla Fransa’yı da biraz yaşama şansım oldu. Amerika, Almanya, Fransa derken olgunlaşma sürecim de bitmiş oldu.

30 yaşındaydım, yurt dışında beni kalıcı olarak bağlayan bağlar da yoktu. Tersine göç için uygundum tam da. Kaçışta olduğumu fark etmeye de başladım. Kendimden, ailemden, toplumdan… Kaçma isteğim kalmamıştı. Belki de artık yüzleşme zamanıydı. Kaçmadan da kendim olabilirim! O güvenim oluştu. Türkiye’de olmak, İstanbul’da olmak ve deneyimlemek istiyordum. Yetişkindim, yetişkin olarak deneyimlemeliydim. Kalmam için gereken güçlü bağlar da yoktu: Eş, aile, çocuk, sevgili, iş, evcil hayvan… Okul da bitmişti zaten. İçimden Türkiyeli olmaya daha yakın hissediyordum, oraya ait hissediyordum kısacası. Döndüğüme hiç pişman olmadım! Hatta koşa koşa döndüm, uçaktan indikten sonra da koşmaya devam ettim.

  • 6 öğrenci ekseninde gelişen “3 Saat” filminiz üniversite sınavlarını ele alıyor. Biraz da bundan bahsedelim mi?

Benim bütün filmlerim kendi hayatımın içinden hayatıma da dair oluşuyor. Şöyle ki 1997 yılında Amerika’da öğrenciyken askerliğimi bedelli yapma kararı almıştım. Hayatımdaki tek ve en büyük pişmanlığımdır aslında. Askerlik yapmamalıydım… Vicdani retçi olmalıydım. Geri dönüp baktığımda keşke yaşanmasa dediğim dönemdir.

Bir anlamda da gözlem yapma şansım oldu. Siyasi mahkumlar da vardı. Hapishanede bile böyle hissetmediklerini, kimliksizleştirildiklerini söylediler, gözlemledim. Orada ilginç bir tablo daha vardı. Avrupa’daki, Almanya’daki işçi çocukları, yurt dışında çalışan akademisyenler gelmişlerdi. O zamanlarda bedelli yapma sınırı en az 3 yıl yurt dışında çalışıyor olmaktı. Çift dillilik vardı. Evlerinde Türkçe konuşan ama Almanca öğrenim gören göçmen çocukları.

Burada 3 saat filmini beraber yaptığım kişiyle de tanıştım: Serdar Değirmencioğlu. Kendisi Amerika’da çalışan bir akademisyendi. Gençler üzerine çalışan bir psikolog. Askerlik sonrasında Serdar ile yollarımız çalıştığımız aynı üniversitede kesişti. Ortak bir şeyler üretme fikri hep kafamızdaydı. Bizler yurt dışında eğitim görmüş ve akademisyenlik de yapmış insanlardık.

Öğrenci olarak karşımıza 17-18’li yaşlarda yorgun argın insanlar geliyor. Yanlış eğitim ve sınav sisteminin etkisiyle son senelerinde yorulan, gerilen, biten, mutsuz gençler… Bu yanlışlar silsilesini gören, bilenler olarak bunun üzerine eğilmek istedik.

3 saate tanıklık edelim istedik. 6 lise son öğrencisinin hikayesi. Cinsiyet eşitliği de olsun istiyorduk. 3 genç kadın, 3 genç erkek seçtik. Ülkenin tüm demografik yapısı üzerinde, farklı noktalarından, 6 il seçme şansımız da yoktu. Tam zamanlı çalışan hocalarız, öte yandan da küçük bir bütçeyle çekmek zorundayız.

1 Ocak’ta başlayıp, 1 sene boyunca da takip edecektik öğrencileri. Haziran’a kadar sınav öncesi ve sonrası 6’şar aylık süreçlere odaklandık. İstanbul içinin farklı sınıfından ve ilçelerinden öğrencileri seçtik. Kültürel çok renkliliği olması, kozmopolitliği tüm Türkiye’yi de yansıtıyor İstanbul. Sınıfsal farklılıkları görmek, gösterme şansı da var bu şehrin. Bu farklılıklar da en iyi gittikleri, zorunda kaldıkları okullar üzerinden görülebiliyor… Yabancı dille eğitim yapan Robert, Galatasaray Lisesi gibi bir yerden, meslek lisesinden birisi, düz lise ve hiçbir iddiası olmayan özel paralı lise gibi kriterler belirledik, böyle hareket ettik. Galatasaray Lisesi, Darüüşafaka Lisesi, Yunus Emre Lisesi (düz lise), Etiler’de bir meslek lisesi, Göztepe’de özel bir lise son olarak da Vefa Lisesi.

Filmi de asistanlarım ve öğrencilerimle birlikte çektik. 6 tane ekip çıkarmak için başka şansımız yoktu. Gençleri yılbaşına girerken, aileleriyle, sınavda, tercihlerini yaparken ve eğer girebilirlerse üniversitelerinin ilk günlerinde eş zamanlı çekelim. Projeyi böyle yapılandırmıştık. Sonra da bir sonraki yılbaşında çekelim. Filmin, o gençlerin diğer yılbaşına girdiğinde bitmesi bekleniyor haliyle. Öyle bitmedi! Planda olmayan çekimler de var çektik. (Tüm filmi detaylandırmadım. Katil de filmin sonuna kalsın izlemek isteyenler için.)

  • Nükleer Alaturka son projeniz nasıl?

2009 yılından beri çevre hareketleriyle bağlar içerisindeydim. Ortadabir Akkuyu var. Çok bilinmeyenli, ülkenin bu konuda deneyimi, birikimi de yok. Alaturka biraz da yamru yumru, garip ve şekilsiz gibi tanımları içeriyor. Nükleer Alaturka ise iki anlamlı. Türkiye mantığı ile nükleer santral yapmak.

Proje 2009 yılında durdurulmuştu. 2010 yılında AKP hinlikle arka kapı politikaları ile falan projeyi yeniden başlattı. 2015 yılında da yine bir anda temelini attı. Akkuyu Nükleer Güç Santrali şirketi kuruldu, temel atıldı. Rusya ile “yoğun işbirliği” süreciyle…

Uzun bir süre Facebook’ta sayfası açılan, bilgi, paylaşım, belge toplama şeklinde devam ederken yoğun hareketlenmeler neticesinde de 2017 yılında çekimlerine başlandı. Devam ediyor halen. Milyon dolarlık, dev tanıtım projeleri ile gözümüze sokmaya, alıştırmaya, hayatımız parçası haline getirmeye çalıştılar. Her yerde billboardlarda, televizyonlarda, internette, sinemaya gidiyorsanız orada reklamları dönüyor.

  • Barış Bildirisi’ne gelelim mi? Sizin de imzacısı olduğunuzu biliyorum.

2016 yılı Sur’da, Cizre’de kuşatmaların, ölümlerin olduğu dönemdi. Barış Bildirisi’nin imzalanmasının gerekçesi… Yan bina komşum Esra Mungan alındı ilk. Barış İçin akademisyenler, Barış Bildirisi hayatımızda yoğun geçen ve etkisi hissedilen bir süreç başladı. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nde eylemler düzenlendi, bir taraftan da Esra’yı almaya çalışıyoruz. Yoğun, yorucu, baskıcı bir dönemdi. Sonra KHK’larla karşılaştık. Ben atılmamış olsam da nasılsa benim başıma gelmedi deyip susup oturabileceğim bir durum değildi.

3.5 senedir yoğun bir şekilde hayatım böyle devam ediyor. Kaos, baskılar, belirsizlik… Bir yandan dersler, akademisyenlik, hakkımı arama, öğrencilerimin hakkını arama… Üretmeye, filmler üzerine yoğunlaşmaya da fırsat vermiyor bu süreç neyse ki Boğaziçili olmanın etkisiyle, KHK’lı olmadığım için, işim olduğu için, pasaportum olduğu için en azından sık sık yurt dışına çıkabilme şansına sahibim. Sahip olduğum şansları da fırsata çevirmeye çalışıyorum. “Benim Çocuğum” ve “3 Saat” filmleri için sık sık yurt dışına çıkmak zorundayım. Oralarda filmlerim ve verdiğim, verdiğimiz mücadeleleri de anlatma fırsatlarını yakalıyorum.

– LGBTİQ+’lar, hak mücadeleleri ve dolayısıyla da “Benim Çocuğum” belgeseline giden süreci dinlemek isterim. Tanışma süreci nasıl oldu? Empatiyi nasıl kurdunuz?

Boğaziçi Üniversitesi’nde bir panel vardı. “Trans Kimlikler ve Queer Mücadele” panelinin afişini görmüştüm. Aslında daha çok LİSTAG Aile ve Yakınları Grubu ilgimi çekmişti. LGBTİQ+’lar mücadelesini biliyordum. Uzaktan da olsa takip ediyordum. Pride’da yürüme boyutunda değildim yine de. Uzaktan da olsa izlemek, gözlemlemek. Akademisyen olarak bunu görev gibi de görüyordum. Sonuçta öğrencilerim içinde ya da üniversitede mesai arkadaşlarım arasında da farklı cinsel yönelim ya da cinsiyet kimliği farklı olabilecek, olabilen kişiler mümkündü. Hoca olarak onların okulda huzurlu, mutlu olması da benim görevimdi. Dediğim gibi biliyordum fakat ilk kez burada aileleri, yakınları konuşmacı olarak görecektim. Sanki hep aileler, aileler yokmuş gibi dışlamışlar, öldürmüşler gibi gelirdi. Genel kanı da bu yöndeydi. Yeni bir durum vardı: Aileler, yakınlar da dahil konuşacaklar, deneyimlerini paylaşacaklar.

Bunu görmeliydim! Daha önceden LGBTİQ+’lara sempatim vardı. Aile ve yakınlarını dinlerken sempatim empatiye dönüştü aslında. Bende durum tersine işledi. 6 yaşında oğlu olan babaydım. Panel başladı, hikayeler anlatılmaya başlandı. Bildiğimiz hikayeler de var. Dinlerken istemsizce ağlamaya başladım. Empati orada doğmuş olabilir. Neden ağladığımı da çözemiyordum. Cinsel yönelimim, cinsiyet kimliğimle ilgili bilinmezlerim de yoktu. Çocuğuma dair kaygılarım da değildi.

Orada ortaya çıkan aslında ebeveynlerim tarafından beni ben olarak görmemeleri, yanımda durmamış olmamalarının eksikliği vardı. Evet ben heteroseksüel bir erkektim. Ailemi bu derece yanımda hissetmemiştim… Başka ileler de vardı! Cinsiyet kimliği, cinsel yönelimine rağmen evlatlarının, yakınlarının yanında duran, durabilen insanlar…

  • Peki siz cinsiyet kimliği veya yönelimini ailenize açıklamak zorunda kalan bir birey olsaydınız, ailenizin tepkileri nasıl olurdu?

Korkunç olurdu! Mesela ben biyolojik bir kız çocuğu olarak doğmuş olsaydım da durumum feci olurdu. Babama kaç kez söylediğimi biliyorum. Özellikle babamın kafasında kız ve kadına dair kalıplar çok dar ve katıydı. Bu anlamda hetero erkek çocuk olarak doğmakla şanslıydım. Tekrar o güne, panele dönecek olursak iki şey var. Çocukluğumda yaşadığım travmalara götürüyor, ailemle çatışmalarımıza dönüyorum. Öte yandan da babalığıma dönüyorum. Bu kadar güçlü olup çocuğumun yanında durabilir miydim? Sadece yönelim ve cinsiyet kimliği de değil, çocuğumu olduğu, olmak istediği gibi kabullenip yanında durabilecek miyim? Kendi olmasına izin verebilecek miyim? Beklentilerimle çocuğumu boğuyor muyum? Ebeveynliğimle de yüzleşmek zorunda kaldım. Ben nasıl bir babaydım, nasıl bir baba olacaktım. Yoğunluğumun fazlalığı bundandı sanırım. Bir gözüm çocukluğuma, öbür gözüm de çocuğuma ağlıyordu sanırım.

Her şey bir tarafa, yaşadığımız ülkede fobilerin, nefretin yoğun olduğu bir yerde 4 tane ebeveyn, yakınlar kamusal alanda bir yere çıkıyorlar, açık kimlikleriyle cesaret gösteriyorlar. Aile dediğimiz o tutucu kurumu yıkarak devrim niteliğinde “yanlarındayız” diyebiliyorlar. Yapı bozumu yaparak o aile tanımını yeniden şekillendirebilmişlerdir. Müthiş bi’şey! Hayranlık, şaşkınlık, takdir hepsi iç içe yoğunlaştı gözyaşlarının dışavurumunda.

Anında karar verdim, filme almalıydım. Hayatımda ilk kez bu kadar hızlı bir şekilde bir film yapma kararı aldım. 90 dakika önce hiç düşünmediğim bir konuydu, panel biterken filme karar vermiştim. Üzerimce bunca etki bırakıyorsa, bu deneyimi başka aileler, ebeveynler, kişiler de yaşamalıydı. Birilerine ulaşmalıydı, birilerinin de buna ihtiyacı mutlaka vardı. Sonra kendimi topladım ve ailelerin yanına gidip kendimi tanıttım. Filmini yapmak istediğimi söyleyince onlar da hemen kabul ettiler. Ben ikinci kez şok yaşıyordum. Anında kabul etmişlerdi. Meğerse böyle bir teklif bekliyorlarmış. 2 sene önce İtalya’ya davet edilmişler, orada buna benzer bir film izlemişler. O günden beri de kendilerinin deneyimlerinden de film projesi oluşsa keşke beklentileri içindeymiş.

İkinci buluşmamızda da bahsedilen filmi gösterdiler. Haftalık toplantılarına katılmaya başladım, yakından tanıma, temaslar da başlamıştı. O evrede film iyice şekilleniyor, kafamda daha da netleşiyordu. Yansıtmak istediğimse tıpkı benim panelde yaşadıklarımdı. Bu insanlar sokaktan birini almış olsunlar, ona kendilerini anlatsınlar. O sokaktaki adamın yaşayacağını ekranda izleyecekler de benim deneyimimi seyirci de yaşasın istedim. Bunu aktarabilmenin peşindeydim. Kurgunun ana ekseni buydu. Aile portreleri, ailenin ifade edilişi, betimlemesi o sebeple insanların evlerinde, salonlarında yaşadıkları alanlarda çekildi.

O aileler, o evler Türkiye’deki herhangi bir ev, hepimiz olabilirdik. Marjinalleştirdiğiniz insanlar bunlar. Senin gibi, onun gibi, tanıdığımız birileri de olabilir. Bak! Aslında bu senin hikayen, senin hikayen de olabilirdi. Filmin ilk 40 dakikasında sadece konuşan anne babalar var. Hamilelik sürecini anlatan, cinsiyete dair beklentilerinden bahseden… Hamile olduğunu, eşinin hamile olduğunu ilk öğrendiğinde yaşadıklarını anlatan gibi gibi…

İlk bölümde çocuk olmuş ama çocuğun fotoğrafı yok ortada. O zaman siz kafanızda oraya bir fotoğraf yerleştiriyorsunuz. Kızınız, oğlunuz, kardeşiniz beliriyor orada. Onunla ilgili geçmişe gidiyorsunuz. O hikayede fotoğraf koyduğunuz zaman siz filmin kahramanları oluyorsunuz.

Mesela kızınız bir gün “Baba ben aslında kendimi erkek hissediyorum” dedi. Hikayedeki sizdiniz, fotoğrafladınız da az önce… Yaratmak istediğim etki buydu. Empati orada başlıyor, o anda. Dışlama refleksinden özgürleşmiş oluyorsunuz. Evet bir filmle “dünyayı kurtarmıyoruz”, başka bir bakış açısı gelişebiliyor yine de orada. Önyargılarınız yıkılabiliyor kısa bir süre için de olsa. O ilk an tohum ekebilir, ekilebiliyor. Devamında, ikinci perdede o evlerden çıkılıyor. Sadece 7 kişi görmüştünüz başta. Şimdi aileler dışarı çıkıyor, çoğaldılar. Aile yemeği var mesela. CETAD’da olduklarını görebiliyorsunuz, profesyonel kişilerle çalışıyorlar, eğitim alıyorlar. Aile yemeğinde çocuklar var. Kim kimin bilmiyorsunuz. Çocuklar yönelimlerinden, cinsiyet kimliklerinden bahsediyorlar. Filmde kolay çözüm gösterme yok. Biraz sizin keşfetmenize bırakılmış. Kim kimdir, kimin kimidir. Belgesel filme de benzemiyor bu anlamda da.

İrem’in cenazesinden görüntülerle başlıyor. Bursa’daki trans kadın cinayetiyle. Ailelerin, İrem’in annesiyle temasına, oradan annesinin anlattıkları, TBMM’ye gidiş, yasa teklif taslağının sunulması… Politik mücadele de yansıyor filme. Onur yürüyüşünde çoğalma. Yalnız ya da çift olarak giden ebeveynlerin alanda çoğalışı. Evde tek olan insanların sokakta çoğalma anları. Mücadelelerinin her boyutunu, hayatlarından her kesitleri görüyoruz filmde.

  • Pazar günü pride nasıl geçer? Beklentileriniz nelerdir? (2019 Pride dönemiydi, söyleşi öncesinde yapılmıştı)

Maalesef son 2-3 yıldır geçtiği gibi olacak diye düşünüyorum. Buluşacağız, bir araya geleceğiz, kuşatılacağız… Yine Mis Sokak’a kıstırılıp sınırlandırılacağız. Gaz, gözaltı, saldırı… Son birkaç yıldır olduğu gibi olacak sanıyorum. Zaten Ankara’da, Antalya’da, İzmir’de de yasakladılar. Burada da aynısı olacaktır! Alanımızı daraltma ve kontrol altına alma çabası yine sürecektir bu yıl da.

  • Barış İçin Akademisyenli olmak sizin için ne ifade ediyor? Neden imzacı olma ihtiyacı hissettiniz? Sonrası hayatınızda neleri değiştirdi?

Akademisyen olmanın bir parçası, bütünleyicisi olmak aslında BAK’lı olmak benim için. Türkiye’de herhangi bir hak mücadelesinin yanında olmak, haksızlığın karşısında durmak insan olanın ve de akademisyen olmanın görevi, zorunluluğu da. Bu ister çevre hareketi olsun ister hayvan hakları. Yanlarında olma zorunluluğu hissediyorum, hissetmeliyiz de. Kürt sorunu denen sorun devlet sorunu, Türk sorunu da diyebiliriz de hatta. Kütlere yaşatılanları biz 2015 seçimleri sonrasında da yaşadık, devamında da. Bir sürü insan yerlerinden edildi, öldürüldü, tutsak edildi. Bu yaşanılanlara sessiz kalmak istemedik. Çaresiz hissediyorduk. Ses çıkarmanın yollarını arıyorduk. Bir metin ortaya çıktı: Bu Suça Ortak Olmayacağız! Ondan öncesinde de aslında bir sürü metin yayınlandı, başka metinlere de imza atmıştık. Metinler yayınlanıyor ve imza atıyorduk, imzacıydık değişen çok şey yoktu.

Metin 1128 imza topladı. Büyük bir rakam! Bu kadarını da kimse beklemiyordu sanki. Ertesi gün hedefe konduk. Terörist falan ilan edildik. Vatan haini ilan edildik. Bu tepkiye tepkiler de gecikmedi, 1 hafta sonra sayı 2212’yi buldu. Gönül isterdi ki sayı her geçen gün artsın. 3000’ler, 5000’ler, 10.000’ler olsun, olamadı. Hemen taşralarda imzacılara mahalle baskıları, kapıların işaretlenmesi, yoğun baskılama ve göz dağı verme süreçleri de devreye girdi. Rektörler, Emniyet Müdürleri “Biz sizi koruyamayız, şehri terk edin” dediler. Sedat Peker ortaya çıkıp “Kanınızla duş alacağım” dedi. Daha bir sürü bir sürü şeyler oldu. Açık tehditler almaya başladık. 2 ay kadar yoğun sürdü! Bir basın açıklaması yapmaya karar verdik. İmzacıların içinden ve hepimizi temsilen 4 kişi açıklamayı okudu.

Açıklamada yaşananlar, yaşatılanlar, uğratılan haksızlıklar, alınan tehditler kamuoyuna duyuruldu. Akabinde de zaten açıklamayı okuyan 4 arkadaş tutuklandı: Esra Mungan, Meral Camcı, Kıvanç Ersoy, Muzaffer Ersoy. Meral o sırada yurt dışındaydı, tutuklamalar başlarken. 2-3 hafta sonra döndü ve kendi teslim oldu. 15 Temmuz sonrasında da KHK’larla birçoğu işinden oldu. İmzacı olmaları sebebi ile… Zorunlu geçerli gerekçelerle birkaç imzasını çekmeye mecbur kalan arkadaş da oldu, kısıtlı sayıdaydı.

İmzacıların bir etkisi de şu oldu: Kürtler’in verdiği hak mücadelelerinde yalnız olmadıkları, akademisyenlerin yanlarında olduğu hissettirildi. Bu doğrultuda siyaset yürüten HDP’nin ve İmamoğlu’nun CHP’nin sahiplenişi de yalnız bırakılmamış oldu akademi çevresinde de. Her yapılan aktivizm bir yerlere damlıyor, bir araya getiriyor, büyütüyor. Bu konuda ben ümitliyim. Bugünden yarına olmasa bile zeminini hazırlıyor. Birbirlerinin öncülleri, artçılları da oluyorlar.

  • Çok başkaca bir soruya geçmek istiyorum. Gün bitince sadece Yunus’un Babası mı kalıyor? – Twitter nick’idir Yunus’un Babası, çok hoş ve dolu kahkahalara sebep oldu. Gülmek çok yakışıyor Can Hocam’a.-

Hikayesi çok komiktir aslında. Twitter hayatıma bir noktada girdi. Yunus’un konuşmaya başladığı anlardı. Yunus’tan inciler dökülüyordu. Her duyduğumuzda hoşumuza gidiyor, komik buluyorduk. Kendince kurduğu bağlantılar ilginçti, ifade edişi farklıydı. Aslında başlarda Twitter’ı bunları paylaşırım diye açmıştım. Hak mücadelecisi olarak kullanacağımı hiç düşünmezdim. Zamanla açma ve kullanma amacım değişti. Kendi mücadelemi de verdiğim, filmlerin üzerinden olan biteni paylaştığım, mücadelelerinde yanlarında olduğum, keza benim kafa tuttuğum alanların da paylaşılması gibi gibi.

Daha sonra aslında Yunus ile ilgili hiçbir şey paylaşmamamın daha doğru olduğunu düşündüm. Aileme, özelime, Yunus’a dair pek bir şey paylaşmam da. Ben ve benim kimliklerim üzerinedir paylaşımlarım: Akademisyen, belgeselci, imzacı… Özel hayatım ya da bana ait olanlarım dediklerim için Instagram’ı kullanırım. Çiçek, böcek, doğa fotoğraflarım, daha benden olan şeyler için kullandığım yerdir. Sosyal medyayı daha çok aktivizm, filmlerim için kullanıyorum. Çok insana ulaşabilmek için kullanıyorum. Bu anlamda doğru insanlara ulaşabilmek için kullanıyorum. Gün sonunda evet babalık kalıyor. Özel hayatım kalıyor.

  • Nasıl bir babasınız?

Vakit ayırıyorum, ilgiliyim, özen de gösteriyorum. Kötü bir baba olduğumu düşünmüyorum. Anne baba akademisyen, aktivist, hak mücadelecisi. Bizden doğruları öğreniyor mutlaka da kayıtsız kalması da zorlaşıyor gibi. Kendi olabilmesi için alan kalıyor mu, olabiliyor mu? Bu konularda kafam karışık. Bu gibi sebeplerden de belki kötü bir babayımdır. Omuzlarında yük var sanki. Bir BAK’lının çocuğu olmak, bir LGBTİQ+’lar aktivistinin çocuğu olmak kolay değil bence. Babasının koridor arkadaşının hapse tıkıldığı bir babanın çocuğu olmak kolay değil. Annesinin 15 ay hapis cezası alması, ertelenmiş olsa bile, o annenin çocuğu olmak kolay değil bence. Öğrencilerinin yurtlarının basıldığı bir akademisyenin çocuğu olmak kolay değil bence. Akkuyu için, iklim için mücadele eden, bunları paylaşan birinin de çocuğu olmak da kolay olmayabilir, filmini yapacak olması ya da…

Bu toplumun ürünleri olmanın getirileri de vardır mutlaka. Ne kadar ayrıcalıklı eğitimler alsak da, ayrıcalıklı da olsak… Tortularından ne kadar sıyrılabilmişizdir? Ebeveynlikte bunlardan ne kadar uzaklaşabilmişizdir? Türkiyeli olmak gibi bir bagajımız da var. Artıları vardır bunun ama eksileri de var. Bizlerin etkisi ne derecedir bunlar? İleride ne tarz belirtileri olacak? Babamdan daha iyi bir baba olmaya özen gösteriyorum. Sanıyorum oluyorum da. Bunları yine de en iyi Yunus bilir.

Analık babalık biraz belalı bir iş. Olduğu zaman çok istedim. Şu an 20 sene geri gitsem belki babalığı istemezdim. Ağır bir sorumluluk. Etkileriniz, ettikleriniz, aksattıklarınız o insanın geleceğini karartabilir de. O sebeple çok ağır bir sorumluluk. Elimden gelenin en iyisini yaptığımı, yapmaya çalıştığımı biliyorum.

Yunus’un Babası, akademisyen, belgesel sinemacı, aktivist daha sayısız sıfatlarıyla Can Candan’ı ben de yakından tanımaya çalışırken sizi de serüvenime davet etmek istedim. Üzerinden 6 aya yakın bir süre geçti. Gerek özel gerek genel politik bazı etkenlerle deşifresi ve yazım süreci aksadı, konsantre olunamayan anlar da oldu. Başta Can Hoca’mın affına da sığınmış olayım. Gerçi kendisi de çok iyi bilir, bazı yaratım süreçleri uzun sürer, yıllara dayanır. En azından 10 sene sonra yayınlanmıyor hocam diye küçücük bir latife de yapmış olayım. Yüzünüzde size çok yakışan kahkahalara da yol açarım belki.

Ülkede hayat hızlı ve yoğun ilerliyor. BAK’lılar üst üste beraat alıyorlar, KHK’lılar kağıt üzerinde bazı haklarına geri kavuşuyor.

Bir gün rüzgar eser, özgürlüklere doğru yol alırız. Bu ülke her an her şeye gebedir, geçmişte de çokça yaşandı. Barış demek, özgürlük demek, insanca yaşamak demek. Günlük hayatın olağanı olur… Bilinir mi ki?

Sizin gözünüz güzel. Gözünüzden dünyayı görmek güzel. Gökkuşağına bakmak güzel. Haykırmak, yanlışa yanlış demek. Kattıklarını çok güzel. Soyadınız gibi “Candan”sınız.